Alternatif ve yenilenebilir enerji çalışmaları bir yandan gezegenimizdeki küresel ısınma diğer yandan klasik fosil kaynakların fiyatlarının mevcut ve gelecekte karşılaşacağımız pozitif olmayan durumu nedeniyle hızlandı. Teorik olarak potansiyeli açısından güneş enerjisinin bir benzeri yok. Ancak güneş ışığını elektrik enerjisine dönüştüren Fotovoltaik sistemler ümit vaad etseler de henüz daha ucuz bir fırsat sunmaktan uzakta duruyorlar. Anılan bu sistemlerin temelini oluşturan kristalik silikon hücrelerin üretiminin ucuz olduğunu söylemek zor. Fotovoltaik hücre olarak tüm yarı iletkenler kullanılabiliyor. Ancak bugün silikon en iyisi olarak öne çıkmış durumda.
Bu alanda yeni bir umut ya da çözüm olanağı nanoteknolojiden geliyor. Bazı kimyacılar bir kaç nanometre genişliğindeki tabakalar şeklinde kullanılan yarı iletken malzemelerin umut verici olduğunu düşünüyor ve üzerinde çalışıyorlar.
Bir isık fotonu kristalik silikon atom yörüngesinden bir elektronu açığa çıkarıyor. Quantum-dot adı verilen sistemde yarı iletkenlerin bir işık fotonuyla iki ya da daha fazla elektronu serbest bıraktığını belirlediler. (*Arthur Nozik)
Bunun anlamı daha etkin ve daha ucuz fatovoltaik hücredir. Oldukça umutvar görünen yeni çözüm olasılığının hayatımıza girmesi için zamana ve başarıya ihtiyacı var.
*Technology Review
250 gr. roka
3-4 su bardağı tavuk suyu
1 kutu krema
1 adet kuru soğan
2 çorba kaşığı
zeytinyağı1 tatlı kaşığı limon suyu
Karabiber ve
sofrada öğütme tuzuHazırlamaSoğanı küçük küçük doğrayıp zeytinyağında kavurun.
Rokaları ince ince kıyın. Bir çorba kaşığı kıyılmış rokayı ayırın, kalanı kavrulmuş soğana ekleyerek bir süre kavurun.
Üzerine limon suyunu ve tavuk suyunu ilave edin.
Bir kutu kremayı ekleyerek kaynatın.
Sonra çorbayı homojen bir hale getirinceye kadar blender'dan geçirin.
Tekrar ısıttıktan sonra üzerine daha önceden kıyılmış rokaları serperek servis yapın.
Ta-ze Ekim 2008
- 4 adet patlıcan,
- 1 kutu krem peynir,
- ½ demet maydanoz,
- 1 adet yumurta,
- 2 kahve fincanı galeta tozu,
- 150 gr salam,
- 3 yemek kaşığı krema,
- 1 yemek kaşığı tuzot,
- 4 yemek kaşığı rende kaşar peynir,
- 1 çay kaşığı karabiber,
- 1 su bardağı sızma zeytinyağı.
YapılışıPatlıcanları alaca soyup sızma zeytinyağında kızartın. Çukur bir kapta kıyılmış maydanoz, krem peynir, kıyılmış salam, tuzot ve galeta tozunu iyice karıştırın. Yumurta ve karabiberi ekleyin. Kremayı ilave edin. Patlıcanları fırın kabına yerleştirip ortalarını çatalla yarın. Harcı ortalarına doldurun. Üzerlerine kaşar peyniri serpip 180 derece fırında peynirler kızarıncaya kadar pişirin.
milyon Türk mü var?
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun meşhur “Yaban” romanındaki, Türk aydını Ahmet Celal ve Türk köylüsü Bekir Çavuş arasındaki ilginç diyalogu birçoğumuz biliriz:
Bekir çavuş:
—Biliyorum beyim, sen de onlardansın emme
Türk subayı Ahmet celal:
-Onlar kim?
— Aha, Mustafa Kemal Paşa’dan yana olanlar…
— İnsan Türk olur da nasıl Mustafa Kemal Paşa’dan yana olmaz?
— Biz Türk değiliz ki, beyim.
- Ya nesiniz?
- Biz İslamız, elhamdülillah… O senin dediklerin Haymana’da başlar.
( (İletişim Yayınları, 1998, S.172–173)
Yukarıdaki olay, geçmişte, günümüzde ve hatta gelecekteki milletleşme sürecimiz ile ilgili bize "millet" olarak ders verecek niteliktedir.
“Bizim kadar kendi tarihine, kültürüne ve şu andaki coğrafyasına yabancı olan başka bir millet var mı?”Eminim ki, şimdi anlatacağım olay, Türkiye’de yaşayan her güney Azerbaycan' lının başına gelmiştir:
Örneğin Türkiye’nin her hangi bir yerinde bir Türkiye vatandaşından adres soruyorsunuz ve karşınızdakine şiveniz biraz değişik gelince (1925ten beri Türkçenin okullarda yasaklanmasını da göz önünde bulundurursak, bazı “Türkiyeli” dostlarımıza göre bozuk bir şive olan güney Azerbaycan Türkçe'sinin şu mevcut şeklide bile yaşayabilmesi gerçekten bir mucizedir!)
Ve hemen ardından her zamanki diyalog başlıyor:
—Pardon siz nerelisiniz?
—Güney Azerbaycan'lıyım.
—Öylemi? Azeri misiniz?
—Hayır, efendim, Azeri değilim, güney Azerbaycan Türkü'yüm!
- Baku’den misiniz?!
Evet, anlaşıldı, tarih dersi başlamıştır!
1825 yılına dönüyorum ve o tarihte şu an İran denen coğrafyaya hakim olan Karakoyunlu Kaçar devletinin terkibinde, yarı bağımsız olan birleşik Azerbaycan’ın, çarlık Rusya’sı ile süren yıllarca savaştan sonra, Araz Nehiri sınır alınarak nasıl fiilen iki parçaya bölündüğünü, ve küçük bölümü olan, kuzey Azerbaycan’ın Rus hakimiyetinde, öteki esas ve büyük parça olan Güney Azerbaycan ise Türkmen Kaçar devleti terkibinde kaldığını ve bu bölünmenin günümüze kadar devam ettiğini (Güney Azerbaycan da 1925’ten sonra Kaçar Türk devletinin yıkılmasından sonra, fiilen Farsların egemenliği altına geçmiştir) ancak 1990lı yılların başında Sovyetlerin parçalanması ile birlikte, kuzey Azerbaycan’ın bağımsızlığına kavuştuğunu… Anlatmaya başlıyorum!
—Yani İranlı mısınız?
—Hayır, efendim, Güney Azerbaycan, İran adlı ülkede 1925’ten bu tarafa hâkim olan Farsların işgali altındadır.
—İran’da ne kadar Azeri var?
—Efendim, İran’da bir tane bile Azeri yok! İran’da 35.000.000 Azerbaycan Türkü var!Bizim vatandaş belli ki çok şaşırmış!
—Ama ne fark eder ki?
—Çok fark eder! Çünkü Azerbaycan bir coğrafya ismidir, millet değil, Azeri sözcüğü ise, ilk defa olarak, tarihin en azılı Türk düşmanı Stalin, daha sonra ise hasta beyinli İran-Fars şovenistleri tarafından, Azerbaycanlıların Türklük şuurunu yok etmek, unutturmak için uydurulan sahte bir kimliktir. Emin olun ki eyer Ruslar, Allah korusun Anadolu ya hakim olsalardı, burada da Egeli, ne bileyim Karadenizli ve İzmirli diye uyduruk milletler ve kimlikle yaratmaya çalışırdılar. Kendi kendime:
"Ah, Yakup kadri ah! Şimdi seni biraz anlamaya başladım, diyorum. Ne ise vatandaşımız iyicene meraklanmıştır anlaşılan:
—İran’da ne kadar Türk var ki? (hele şükür Türk dedi!)
—35 milyon
—Ne? 35 milyon mu? İran’ın ne kadar nüfusu var ki?
—70 milyon efendim!
—Allah, Allah o kadar var mı ki?
—Var efendim!
Ne ise ki şimdilik “Azeri değiliz Türküz” konusunda anlaşmış gibiyiz. Tabi şimdi vatandaşımızın birde “İran” merakı sarmıştır.
—Arapça biliyor musun?
—Hayır, efendim, bilmiyorum.
—Ama nasıl olur, İran Arap değil mi?
—Hayır, efendim İran’da Resmi dil Farsçadır (Acemcedir). İran’da ancak sizin Harran, Viranşehir ve Hatay’ınız kadar Arap kökenli var ve ya yok!
Evet, biraz yoruldum, ama bir Türk vatandaşının daha, doğu sınırına bitişik 35 milyon kardeşini keşif etmesini sağladığıma göre mutluyum… Hayır! İnsanımıza, Vatandaşımıza kızmaya, darılmaya hiç ama hiç hakkımız yok! Çünkü onu yöneten ve yönlendiren sistem, onun çevresini, dünyasını, doğal uzantılarını, ulu bir milletin mensubu olduğunu… Anlamasını engellemiştir. Peki, nedir bu sistem? Nerededir bu gerçek sandığımız hayalı matrix?
-…yönlendirilmiş gayri milli medya
— Türk devletini ve toplumunu Hitit ve Bizans uygarlıklarının kültürel mirasçısı olarak takdim eden eğitim sistemimiz.
—deve kuşu politikası diye yanlış yorumlanan “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi İnsanlık tarihinin en yüce cihangir milletlerinden olan Türk varlığını, Atatürk milliyetçiliği gibi dar ve soyut bir kavramı kullanarak Ardahan ile Edirne arasında hapis eden zihniyetler (ve ondan sonra da Kerkük elden gitti gidiyor diye dövünen bir zihniyet, peki adama sormazlar mı 80 yıldır kış uykusuna mı dalmıştınız beyler?)
—ve son zamanlarda “Türkiye'li” ve “Türkiye'lilik” safsatası Evet, bu ülke Türk milliyetçisi rahmetli Ebulfez Elçi Bey'e
“Ekselans ne güzel Türkçe konuşuyorsunuz, nereden öğrendiniz?”
diye soran dış işleri bakanları da gördü! Karabağ’daki Türklere Ermeni canileri tarafinden soykırıma maruz karırken,
"Onlar şii biz Sünni, onlarla İran ilgilensin"
diyebilen cumhurbaşkanlarını gördü bu ülke! Aklıma şair Fuzuli’nin o meşhur dizeleri geliyor:
Dost bî-perva felek bî-rahm ü devran bî-sükûn
Dert çok hem-dert yok düşmen kavi tali’ zebun
Evet, bizde dış Türkler olarak, Türkiye’ye ilk adım bastığımızda buradaki acı gerçeklerle yüzleştik. Ama ne yazık dertlerimizi dinleyen, bizimle yürek birliği olan burada dava yoldaşlarımızı da en az bizim kadar dertli olduğunu gördük:
—Ya, biz de bu ülkede Türklük davası veriyoruz, Türkiye zaten şu anda Türk olmayan veya Türklük şuuruna sahip olmayan bir zümre tarafından ele geçilmeye çalışılıyor. Biz, Türkiye’ye deki Türk milliyetçileri olarak siz, dış Türklerin çektiği acıları anlıyoruz, ama biz de burada kendi canımızın derdine düşmüşüz…Evet, kandaşlarım, ülküdaşlarım, kardeşlerim, candaşlarım, dava yoldaşlarım, sizde haklısınız ne yazık ki, hem de çok haklısınız. Şair Feridûddin ATTAR’in dediği gibi:
Dost kötü günde belli olur. İyi günlerde ise yüzlercesi bulunur. Siz Türk milliyetçileri, siz ülkücüler, bizim zor günü dostumuz oldunuz. Bugün belki sınırlarımız birleşmeyebilir, ama kesinlikle gönüllerimiz birleşmiştir. Biz Güney Azerbaycan Türk milliyetçileri olarak, Tebriz’de, Urumiye ve Sulduz'daki bozkurt tek ışıldayan, umut, iman ve azim dolu gözleri Kars’tan Edirne’ye, aziz Türkiye’mizin her yerinde gördük. Bozkurt bayraklarının dalgalandığı o mukaddes ocaklarda, güney Azerbaycan yaşıyordu, vallahı, inanın aynı düşünceler, aynı yüzler, aynı sadelik, aynı hulus hatta çoğu muhabbetler bile aynıdır. O ocaklarda Şah İsmail de var, Yavuz Sultan Selim de var, Sultan Uzun Hasan da var, Hazret-i Fatih de var, Enver Paşa da var, Gazi Mustafa kemal Paşa da var, evet Çöhreganli da oradadır her zaman...Elbette bir gün dirilir eski beylerYine kılıç kuşanır tarihteki paşalar…
Aklıma yakın tarihimizde yaşanan bir olay geldi:
Birinci dünya savaşında Rusların desteklediği Ermenilerin, kuzey Azerbaycan’da Türk kıyımına başlamaları üzerine, Halil paşa komutasındaki Osmanlı ordusu (Kafkas İslam ordusu) birlikleri Bakû’ye doğru yola çıkarlar.Halil Paşa ve komuta heyetini taşıyan tren, Bakû’ye iki saat uzaklıkta bir tren istasyonunda dinlenme molası vermek için durur. O anda Halil paşanın bulunduğu mekana elinde sazı ile bir Azerbaycanlı Aşık gelir ve çalmaya başlar:
Trenler vagon vagon asker taşır Bakû’ye
Aşık bir iki defa bu dizeleri tekrar ettikten sonra, artık nerede ise bütün gücü ile haykırarak:
- …söyle Halil paşa Allah aşkına bunda ne iş var? Bunun üzerine Halil paşa ayağa kalkarak cevap verir:
- Bugün Bakû, yarın Taşkent sonraki gün ise Urumçi!
“NE OLACAK! BU İŞİN SONUNDA TURAN VAR”
Biz de o büyük paşayı saygı ile anarak, diyoruz ki:
Bugün Ankara, yarın Kerkük, bir sonraki gün ise Tebriz…
“Evet, NE OLACAK BU İŞİN SONUN DA TURAN VAR”
Oktay Türkmençaylı, teşekkürler...
1 su bardağı kızılcık tarhanası
2 yemek kaşığı tereyağı
3 su bardağı su veya et, tavuk suyu
1 tatlı kaşığı tuz
1 tatlı kaşığı karabiber
1 kahve kaşığı toz kırmızı biber
Malzemes (Hazırlık)1/2 su bardağı yoğurt
2 su bardağı un
2 su bardağı kızılcık püresi
1 çorba kaşığı tuz
1 tatlı kaşığı karabiber
1 tatlı kaşığı pul biber*
Bu malzemeler beraber iyice yoğrulur. Sonra ufak parçalar halinde koparılır. Serin bir yerde bez üzerine yayılır. Yaklaşık 10 gün kurutulur. Kuruduktan sonra ince toz haline getirilir.
Hazırlanışı1 su bardağı kızılcık tarhanası, bir kap içerisinde 1 su bardağı ılık suyla ezilir, süzgeçten geçirilir. Tencereye 3 su bardağı su konur. Kaynamaya başlayınca ezilen tarhana bu suya yedirilir. Bir taşım kaynatılır. Tuz ve karabiber eklenir. 2 yemek kaşığı tereyağı tavada eritilerek toz kırmızı biber eklenir ve çorbanın üzerine gezdirilir. İsteğe göre sarımsak da konulabilir.
1 su bardağı aşurelik buğday
1 çay bardağı nohut
1 yemek kaşığı kuru nane
4 su bardağı yoğurt
1 yemek kaşığı tuz
4 yemek kaşığı zeytinyağ
1/4 demet taze nane yaprağı
2 su bardağı su
HazırlanışıAkşamdan ıslatılan buğday ve nohutlar, yıkanıp tencereye alınır. Üzerine geçecek şekilde su konulup kaynamaya bırakılır. Üzerinde biriken köpüğü alınarak pişene kadar ocakta tutulur. Nohut ve buğday pişmeye yakın, tuz ve kuru nane ilave edilerek karıştırılır. Suyunu çekince soğumaya alınır. Yoğurt suyla çırpılır, pişirilen nohut ve buğdaya karıştırılır. Üzerine taze nane yaprağı ve zeytinyağ gezdirilip soğuk olarak servis edilir.
Ingredients1 cup cracked wheat (as for Noah's Pudding)
1/2 cup chickpeas
1 tbsp dried mint
4 cups yoghurt
1 tbsp salt
4 tbsp olive oil
1/4 bunch fresh mint
2 cups water
PreparationSoak the wheat and chickpeas overnight. Wash and place in a pot. Cover with water and let boil. Skim off the foam and cook till tender. When the wheat and mint are almost done, add the salt and dried mint and mix. When the water is absorbed, let cool. Beat the water with the yoghurt and mix in the chickpeas and wheat. Top with mint leaves, drizzle with olive oil and served chilled.
Republic of Türkiye / Made in Türkiye Olmalı !
Turkey kelimesi Osmanlı İmparatorluğunun son zamanlarında ilk defa İngiliz kaynaklarında, biraz da alay ifade ederek kullanılmıştır. Bazı ülkeler kendilerini GREAT=BÜYÜK, ÖNEMLI - olarak nitelerken Ülkemizin bir kümes hayvanı ismi ile anılması kabul edilemez. Kelimenin iticiliği ve ülkemizi ne şekilde ifade edeceği düşünülmeden adeta ülkemizin isminin İngilizce ifadesi imiş gibi Türkler tarafından da kullanılmış ve kullanılmaktadır. Özel isimler bir başka dilde de aynı şekildedir. Bir zamanlar Habeşistan olarak bilinen ülke tüm Dünyaya adının Etiyopya olduğunu ve bundan böyle Habeşistan olarak gönderilen hiç bir postanın alınmayacağını açıklamış ve tüm dünya Etiyopya adını kullanmaya başlamıştır.
Ya Türkiye !,
Uluslararası toplantılarda ülkemizin adı bizim söylediğimiz şekilde Türkiye olarak geçmelidir. Diyorlar ki Türkiye kelimesinde bulunan "ü" harfi Avrupa dillerinde yokmuş, bu nedenle sorun oluyormuş. Avrupa Birliği toplantısında Türkiye delegesinin önünde Turkey yazarken Yunanistan delegesinin önünde bırakın Latin harflerini Yunan alfabesi ile ELLAS yazıyor. Yunanlıların hiç bir harfi batı alfabesinde yok. Ülkesini ve dilini seven Yunan delegesini kutluyorum. Türk delegesine söyleyecek söz bulamıyorum.
" ASLINDA YAPILACAK ŞEY HÜKÜMETİN BİR AÇIKLAMA YAPARAK 1 YILLIK GEÇİŞ SÜRESİ SONUNDA TURKEY YAZILI HİÇ BİR POSTA'NIN KABUL EDİLMEYECEĞİNİ DÜNYAYA AÇIKLAMASIDIR."
Melih AKGÜNGÖR
6 kişilik
1 adet küçük lahana (yaprakları ince olacak)2 su bardağı pirinç2 adet büyük soğan1 çorba kaşığı çam fıstığı1/2 çorba kaşığı kuşüzümü1/2 kg. kestane1,5 su bardağı zeytinyağı1 demet taze soğan1 demet maydanoz1 demet dereotu1 demet taze nane ya da 1 çorba kaşığı kuru nane1.5 tatlı kaşığı tuz1 paket yenibahar1/2 paket tarçın2,5 tatlı kaşığı tozşeker1 adet limon6 su bardağı suHazırlanışıLahana yapraklarını yırtmadan ayıklayıp kaynar suya atın. Pişirmeden, sarılabilecek kadar yumuşatın. Lahana yapraklarını kaynar sudan çıkarıp, sarmanın büyüklüğüne göre parçalara ayırın, soğumaya bırakın.
Pirinci kaynar suda bir süre bekletin.
Soğanları rendeleyin.
Kestanelerin kabuğunu çizdikten sonra birkaç dakika kaynar suya atın. Kestaneleri bıçak ucu yardımıyla, fazla dağılmadan muntazam şekilde dış ve iç kabuklarından ayırın. Kestaneleri tavla zarı şeklinde küçültün.
Soğan ve fıstıkları 1 su bardağı zeytinyağında pembeleşinceye kadar, kavurun. Pirinci ekleyip, şeffaflaşıncaya kadar çevirin. Kestane ve kuşüzümünü de ilave edin. 2 - 3 dakika daha kavurduktan sonra 4 su bardağı kaynar su ilave ederek pilavı pişirin. Suyunu çekince demlenmeye bırakın.
Taze soğan, maydanoz, dereotu, ve naneyi ince kıydıktan sonra sıcak harcın üzerine koyun. Tuz, tozşeker, yenibahar ve tarçın ilave ederek, harcı sıcakken karıştırın. Yarım saat dinlenmeye bırakın.
Lahana yapraklarının içlerine harç koyup sarın.
Tencerenin dibine lahananın ayrılan damarlarını yayın, üstüne sarmaları sıralayın. Üzerine biraz daha tuz, tozşeker ve 1/2 su bardağı zeytinyağı ilave edin. Sarmaların hizasına gelinceye kadar, yaklaşık 2 su bardağı sıcak su koyun. Sarmaların üzerine bir tabak kapatın. Tencerenin kapağını kapatın.
Sarmaları kaynayıncaya kadar hızlı, kaynamaya başlayınca kısık ateşte, suyu çekilinceye kadar pişirin. Hafif ekşimsi lezzet isterseniz, sarmalar dizilirken aralara kabuğu alınmış limon dilimleri yerleştirebilirsiniz
.
Sarmalar piştikten sonra, soğumadan tencereden çıkartılmamalıdır. Lahana sarması bir gece soğuk bir yerde bırakıldıktan sonra servis yapılırsa, daha iyi sonuç alınır.
70 gr pirinç
2 su bardağı yoğurt
1 yemek kaşığı tuz
2 yemek kaşığı tereyağı
1 yemek kaşığı kuru nane
4 adet yumurta sarısı
1 adet limon suyu
4 su bardağı et veya tavuk suyu
HazırlanışıTencereye et veya tavuk suyu konulup kaynamaya bırakılır. Kaynamaya başlayınca, yıkanan pirinç kaynayan et suyuna ilave edilir. Kısık ateşte 20 dakika pişirilir. Yoğurt, yumurta sarısı, limon suyu çırpılıp suya ilave edilir. Bir taşım kaynayana kadar karıştırılır ve tuz ilave edilir. Tavada tereyağı eritilip kuru nane eklenir ve az miktarda kavrulur. Yarısı kaynayan çorbanın içine dökülür. Diğer yarısı da çorba servis kasesine alınınca üzerine gezdirilir. Sıcak olarak servis edilir.
Yoghurt soup70 gr rice, rinsed
2 cups yoghurt
1 tbsp salt
2 tbsp butter
1 tbsp dried mint
4 egg yolks
juice of 1 lemon
4 cups meat or chicken stock
PreparationFill a pot with the stock and put on the fire. When it is about to boil, add the rinsed rice and cook over low heat for 20 minutes. Beat the yoghurt, egg yolks and lemon juice together and add to the water-rice mixture. Continue mixing until it returns to a boil, then add the salt. Melt the butter in a skillet, add the dried mint and brown slightly. Pour half of it into the boiling soup. Drizzle the remaining half over the soup in the tureen. Serve piping hot.
doğdu şansınızın farkında değilsiniz.Japon göçmen bir ailenin torunu olarak dünya çapında bir ün elde eden, Apple Evangelizmi’nin öncülerinden, Macintosh’u görülmemiş bir başarıya ulaştıran pazarlama dahisi Guy Kawasaki, asıl satış ve pazarlamanın Kapalıçarşı’da yapıldığını söyledi. Kawasaki, "Perakende İstanbul’dan doğdu. Türkler şanslarının farkında değil" dedi.İKİNCİ Dünya Savaşı’nın ardından Japonya’daki yoksul hayatından kurtulmaya çalışan dede Kawasaki göç ettiği Haiti’de taksi şoförü olabilmişti. Baba Kawasaki kariyerinde biraz daha ilerlemiş ve itfaiyeciliğe yükselmişti. Apple Evangelizmi’nin öncülerinden torun Guy Kawasaki ise Macintosh’u görülmemiş başarıya ulaştırıp, dünyanın önünde eğildiği satış ve pazarlama dahisi oldu. Dünyanın en başarılı 10 konuşmacısı arasında gösterilen Guy Kawasaki, Perakende Günleri’nde deneyimlerini paylaşacak. Garage Technology Ventures’un sahibi 54 yaşındaki Guy Kawasaki, Stanford Üniversitesi’ne bir kaç kilometre uzaklıkta Palo Alto’daki ofisinde bizi çıplak ayaklarıyla karşıladı, sorularımızı yanıtladı.
Amerikan Rüyası değilim Apple’ı Apple yapan adam diye anılıyorsunuz. Elde ettiğiniz başarıya bakınca siz de ’Amerikan Rüyası’ mısınız?- İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dedem Haiti’ye göçüyor. Taksi şoförü. Babam itfaiyeci. Hiçbiri eğitimli değil. Benim elde ettiğim başarı dünyanın pek çok yerinde Amerikan Rüyası olarak kabul edilebilir ama bence öyle değil. Steven Jobs, Bill Gates, Larry Ellison birer Amerikan rüyasıdır. Onların kazancı milyar dolarlarla ölçülüyor. Ben ’Amerikan Gerçeği’ de değilim ne yazik ki.
Psikoloji eğitimi aldınız. Sonra Apple, Macintosh maceranız var. Neden psikoloji okudunuz?- Asyalılar geleceği olsun diye çocukları doktor, diş hekimi ya da avukat olsun ister. Ailem de öyle istedi. Elimi insanların ağzına sokmak, bedenlerine dokunmak ya da kalın hukuk kitaplarına boğulmak istemiyordum. Haiti’de Iolani School’a gittim. Stanford Üniversitesi’nde psikoloji okudum. Sonra Yale’de MBA yaptım.
Apple’da çalımaya nasıl başladınız?- Orada çalışan birini tanıyordum. Onun sayesinde.
Satışı Kapalıçarşı’dan öğreninİlk işiniz bir mücevhercide pırlanta satmaktı.- Mücevher zor iştir. Ama Kapalıçarşı’da mal satmak kadar zor değil. Satış romantik iş değildir. Satışın ne olduğunu perakendecilere pırlanta satarken öğrendim. Bilgisayar satmaktan daha zordur. Apple’da çalışıyorsanız nasıl satış yapıldığını bilmenize gerek yok. Zaten insanlar kararını vermiş olarak mağazaya geliyor. Belki renk seçimine katkınız olur.
Kapalıçarşı neden daha zor?-
İstanbul’a gittiğimde oraya bayıldım. Tam bana göre bir yer. Bütün turistler iyi pazarlık yaparak bir halı aldığını düşünür. Ama hepsi yanılıyor. Bir mağazaya bakıp çıkıyorsunuz. "Almanız şart değil, bakın" diyorlar. Sonra "İki çay" diye bağırıyorlar. Çayı içip çıkıyorsunuz. Yandaki dükkandan daha ucuza halıyı aldığınız için suçluluk duygusuna kapılıyorsunuz. Ama bilmediğiniz bir şey var: İki dükkanın sahibi de aynı kişi. Bir mağazada kaçırdığı müşteriyi öbüründe yakalıyor. Harika bir şey! İşte satış budur!
İstanbul perakendenin başladığı yer. Siz Türkler ne kadar şanslı olduğunuzu bilmiyorsunuz.
CEO sadece kral değil tanrı ve köle de olmalıConstantin Barancusi’nin "Tanrı gibi yarat, kral gibi yönet, köle gibi çalış" sözünü sık sık tekrar ediyorsunuz. CEO’ların çoğu bunu yapabiliyorlar mı?- Hayır tabii ki! Steve Jobs tanrı gibi yaratır, kral gibi yönetir. Köle gibi de çalışmıştır. CEO’ların çoğu kral. Sadece kral gibi yönetiyorlar. Bu da onları bir yere götürmüyor. Yaratıcılık ve çalışkanlık yoksa, sadece buyurarak başarı gelmiyor.
Profesyonel teknoloji konuşmacıları berbattır Teknoloji konusundaki profesyonel konuşmacıların berbat ve salak olduğunu söylüyorsunuz. Neden böyle düşünüyorsunuz?- Ben profesyonel konuşmacı değilim. İşadamıyım. Konuşabilen bir işadamıyım. İşi biliyorum ve konuşabiliyorum. Bazı konuşmacılar sadece konuşuyor, işi bilmiyorlar. Neden berbat olduklarını söylüyorum? Çünkü onlardan bir şeyler öğrenmeye gelmiş insanlara şirketlerinin ve ürünlerinin ne kadar harika olduğunu anlatıyorlar. Apple’dan bir konuşmacı neden Mac kullanmanız gerektiğini anlatır. Bu dinleyenin nasıl işine yarasın?
Kendinden çirkin biriyle kavga etmeGuy Kawasaki’nin hayata ve iş yaşamına dair bir kaç önerisi:
Kuş gibi beslen, fil gibi dışkıla.
Kuş insanın 100 katını yer. Bununla bilgiye açlığı anlatmaya çalışıyorum. Fil gibi dışkılamak ise öğrendiklerini, bildiklerini paylaşmayı ifade ediyor. Rakibinle bile paylaş. Kapalıçarşı’daki biri
ABD’ye online halı satmaya başladıysa bunu rakiplerinden gizlememeli. Onlar da bunu öğrendiğinde pazarı büyütür. Sen de daha çok kişiye ulaşırsın.
Önemli konuları amatörlere bırak.
Herkes uzman olduğunu söyler ama bazen amatör bir bakış çok farklılık getirebilir. Klişeleri kırabilir.
Ya kendinizi sevmeyi öğrenin ya da sevene kadar değiştirin.
Uyuşturucu bağımlısı bir kadından dinlemiştim: "Kendini sevmeyen uyuşturucu kullanır. Kullandıkça kendini sevmez." Bu kısır döngü devam eder. Kendinizi kabullenin ya da kabulleneceğiniz duruma getirin.
Asla kendinden daha çirkin biriyle kavga etme çünkü onun kaybedecek çok daha az şeyi vardır.
Neleri feda etmeniz gerektiğini bir düşünün bir çirkinlik karşısında. Biri yolda sizi soymaya kalktı diyelim. Sizden daha kötü bir durumda ki bunu yapmaya kalkıyor. Hayatını kaybetme riskin var. Sen en iyisi saatini ve 100 dolarını ver. Çirkinliğe çirkinlikle cevap verme. Verirsen sen de çirkin olursun.
Tüketiciye odaklanınRakipleri çıldırtmanın yolları nedir?Rakibe değil tüketiciye odaklanın. Bizim rekabet ettiğimiz sıralarda Microsoft çok güçlü ve başarılıydı. Tüketici bir şirkete zarar vermek için öbürüne gitmez. Kapalıçarşı’da da bu böyle. Tüketici beklentisi nerede karşılanırsa oraya gider. Onu izleyeceksin. Ondan gelebilecek talebi o bile farkında olmadan sen bileceksin. İşin yüzde 90’ı bu. Yüzde 10 ise iyi hizmet, fiyat vs... Dell’in nasıl iyi sattığını anlarsan Mac’ı daha iyi satarsın.
CEO’ların 10 büyük yalanıCiromuz, kárımız iki haneli büyüyecek. (Yüzde 2 artmasına bile dua ederler.)
Kendini kanıtlamış bir ekibiz. (Finans müdürü Stanley Morgan’da staj yapmış olabilir)
Pazardan büyük pay alacağız. (Aslında yüzde 1’e bile razıdırlar.)
Projelerimiz oldukça muhafazakar. (Asla değildir.)
Araştırmalara göre bu pazar 2010’da 50 milyar dolara çıkacak. (Kim demiş bunu?)
Satın alma görüşmelerinde sonuca varmak üzereyiz. (Kim bilir kaç ay-yıl sürecek?)
Gerekli fonu bulduğumuzda kilit isimler bize katılacak.
Kimse bizim yaptığımızı yapmıyor.
Acele edin çünkü talibimiz çok.
O mu? Hayır o şirket bir tehdit olmak için çok salak/yavaş/büyük.
İmparatorluk hayalimiz yok her yeri işgal etmeyeceğiz
Amerika’da başarı için Türk perakendecilere neler önerirsiniz?- Kalite çok önemli. Amerikalılar her şeyi satın alabilir. Suçluluk Amerikalılar’ı sizin ürünlerinizi almaya itebilir, eğer size zarar verdiklerini düşünürlerse. Ters tepki elde etmek... Aslında Amerika uluslararası arenada oldukça destekleyicidir. Ülkelere destek olmayı sever. İmparatorluk gibi her yeri ele geçirmeye niyetimiz yok.
Demet CENGİZ, Hürriyet
Sahra Çölünün Türkleri
Onlar çölün mavi adamları... Onlar Büyük Sahra`nın siyah Türkleri... Onlar son Osmanlılar... Hatta hala Osmanlılar...
Misyonerlerin İştahını Kabartan Topraklar
Sarayın penceresinden dışarıya, çökmekte olan akşam karanlığının laciverteboyadığı boğazın sularına bakarken, yanındakilere seslendi Büyük Sultan:"Afrika'daki kardeşlerimiz Fransızların insafına terk edilemez. Ne gerekiyorsa tez elden yapıla."Fizan'dan gelen habercinin getirdiği bilgiler, çelik gibi bakışlarını dahabir keskinleştirmişti sanki. Afrika kıtasını sömürgeleştirmeye kararlıİngiliz, Fransız ve Almanlar üç koldan kara kıtayı paylaşmak için anlaşmışlardı aralarında. Avrupalı misyonerlerin yer altı zenginliklerinedair anlattıklarıyla iştahları daha da kabaran Fransızlar başlamışlardı bileAfrika'yı kuzeyden işgal etmeye. Önce Cezayir, şimdi kıtanın daha da içleri. Amaçları Çad gölüne kadar tüm Biladüs'sudan'ı, yani Büyük Sahra'nın güneyiniellerine geçirmekti.
Osmanlının Afrikadaki Sınırı
Nijer'in başkenti Niamey'de kaldığım otelde masanın üzerine bırakılan su şişesinin üzerinde yazan bir markadan ibaretti önce Agadez. Sahra çölününortasındaki vahalardan çıkarılan kaynak suları, bu isimle turistlere servis ediliyordu. Nerden bilebilirdim ki sonraki günlerde Agadez'in, beni çölün ortasından İstanbul'un derin mavi sularına götürecek, tarihin tozlusayfalarını karıştırmama yol açacak gizemli bir kent olduğunu.
"Biz Osmanlıyız"
Ertesi gün Nijerli dostlarımızla sohbet ederken, Agadez'in cihan devleti Osmanlı'nın Afrika'da ulaştığı en uzak yer olduğunu öğreniyorum. Ama burayıbizim için asıl ilginç kılan, Osmanlı'nın buraya kadar gelmiş olması değil.Bu insanların hala Osmanlı'ya bağlı oluşu… "Biz Osmanlıyız!" diyor bu kentin insanları. Agadez in valisine hala "Sultan" diyorlar. Bu bölgenin adı halaAgadez Sultanlığı. Üstelik kendilerinin Türk soyundan geldiklerinisöylüyorlar. Diğer Nijerli kabilelerden daha açık renkli bir tene sahip olmalarını da buna delil olarak gösteriyorlar. Gerçekten de Agadezliler,Nijer'in diğer şehirlerinde yaşayan insanlara pek benzemiyorlar.
Osmanlı Tarihi Okutuluyor
Afrika'nın ortasında da Osmanlı medeniyetinin izleriyle karşılaşmak gerçekten gurur verici. Osmanlı deyince hala Agadezlilerin gözlerinin içigülüyor. Okullarında Osmanlı Tarihi, ders olarak okutuluyor. NijerCumhurbaşkanı, Türkiye'den gelen heyetlere, Nijer ile Türkiye arasındaki sıcak ilişkilerin Osmanlı dönemine kadar uzandığını büyük bir sitayişleanlatıyor.
Afrikanın Kültürel Mirası
Ünlü Agadez Camisi Agadez, Mali'deki Timbuktu kenti ile birlikte sahranın en önemli iki kültürel mirasından biri. Nijer'in başkenti Niamey'e 1000 kilometre uzakta.Büyük sahranın kuzeye açılan kapısı Agadez'e, uzun bir yolculuktan sonraulaşılıyor. Kent küçük bir havaalanına sahip. Son zamanlarda turistlerin ilgisini çekmeye başlamış. Körfez ülkelerinden gelen zenginler, Agadezçevresindeki çöllerde ceylan avlıyorlar. Bir kerpiç evler kenti Agadez. Çevresi Harmattan rüzgarının büyük tepecikleroluşturduğu altın sarısı çölle kaplı. Kum denizindeki yeşil adacıkları andıran vahalarda meyve sebze yetiştiriliyor. Harmattan rüzgarı esmeyebaşladı mı, tozdan göz gözü görmüyor. Buradaki yabancılar için çekilecekgibi değil. Ama çölün mavi adamları için, kavurucu sıcakları biraz olsun kıran bu rüzgar büyük nimet. Yüksek kerpiç duvarlarla çevrili bahçelerdedört kazık üzerine örtülen hasırlardan oluşan çardaklar var. Agadezlilerkavurucu sıcaklarda günün büyük bölümünü buralarda geçiriyor.
700 Yıllık Kerpiçli Camii Kebir ve Yusuf Sarayı
Agadez'in mimari açıdan en önemli yapısı, 700 yıllık olduğu söylenen CamiiKebir, yani Büyük Cami. Son derece ilginç bir mimarisi var. Bir benzeri de Timbuktu'da. Afrika İslami mimarisinin en önemli örneklerinden. Kalın kerpiç duvarlarla inşa edilmiş caminin içinde de saflar kerpiçle birbirindenayrılmış. Kavurucu çöl sıcağı bu kalın duvarların ardında insanın içiniferahlatan bir serinliğe dönüşüyor. Ama caminin asıl karakteristik özelliğini, üst kısmına doğru incelen kare minaresi oluşturuyor. Hem içerdenhem de dış kısmından yukarıya çıkılabilen minare, uzaktan bir piramidi andırıyor. Agadez'in bilinen en eski sultanının adı Yusuf. Bu yüzden şu anda sultan olarak hitap edilen valinin bulunduğu saraya da Yusuf'un Evi deniliyor. Ama saray dediysek, adı saray, yoksa o da kerpiçten.
Çölün Tuaregleri
Gelelim Agadez'in Osmanlı'yla olan ilişkisine. Aslında bölgenin İslam'la tanışması 7. yüzyılda başlıyor. Mağrip ülkelerinden gelen tüccarlar ve Arap yarım adasından buraya ulaşan elçiler, bölgede İslam'ın hızla yayılmasını sağlamış. Büyük Sahra'da yaşayan halklar arasında en yaygın olanları Tuaregler ve Tibular…
Osmanlı arşivlerinde 'Tevarık' olarak bahsedilen Tuaregler, Hagarlar veEzgarlar olarak iki topluluktan oluşuyor.
Çölün mavi adamları
Giysileri nedeniyle Çölün Mavi Adamları olarak bilinen Tuareglerden, çetin çöl şartlarına dayanıklı, ticarete yatkın, savaşçı bir kavim olarak bahsediyor tarih kaynakları. Yüzyıllar boyunca güneyden kuzeye uzanan kervan yollarının güvenliğini sağladılar. 19. yüzyılda ticaret kervanlarının önemini kaybetmesi ile ekonomik sıkıntı içine giren bölge, bir yandan da yıllarca sürecek iç çekişmeler yüzünden huzursuzlukla karşı karşıya kaldı. Bunun üzerine, Cihan devleti Osmanlı'ya başvurdu buradaki yöneticiler.
Osmanlıya Katıldılar
Takvimler 1875'i gösterirken, Trablus eyaletine bağlı, Fizan sancağındaki Osmanlı valisine başvurdular. Osmanlı'yı davet ettiler ülkelerine. Bu talep derhal İstanbul'a bildirildi. II. Abdülhamit'in emriyle Osmanlı topraklarına katıldı bölge. Fizan sancağına bağlı olarak, bugünkü Çad topraklarında Reşade, Nijer'in kuzeyinde ise Kavar ve Asben kazaları kuruldu. Buraların güvenliği için asker, imarı için yöneticiler gönderildi. Asben bölgesinde yeralan Agadez'in valisi ise, Osmanlı valisi oldu. Osmanlının sadece Kuzey Afrika'ya kadar uzandığını düşünenler, bölgenin tarihini daha yakından incelediklerinde büyük bir yanılgı içerisinde olduklarını görecekler. Tıpkı bizim gibi…
Çünkü Osmanlı sadece Kuzey Afrika'ya değil, daha da güneye inerek Batı Afrika'nın iç kesimlerine kadar geniş bir coğrafyaya barış ve medeniyet götürdü. Üstelik bu gelişme, Osmanlının çöküş dönemi olarak gösterilen 19. yüzyılın ikinci yarısında meydana geldi.
Osmanlı Çekilince Fransız Sömürgesi Başladı
1875'ten sonra, bölgenin yer altı zenginliklerini ele geçirmeye çalışan Fransızlar ile Osmanlı arasında tam bir güç gösterisi yaşandı. Bazı küçük çatışmalar dışında bu bölge Osmanlı buradan ayrılana kadar huzur içinde yaşadı. Ancak Trablusgarp savaşıyla birlikte bölgede dengeler değişti. Osmanlı yavaş yavaş bu bölgeden çekilirken, boşluğu Fransa doldurdu. Tabi bu değişim o kadar da kolay olmadı. Çünkü Osmanlı'yı kendi iradeleriyle davet eden Tuaregler, işgalci Fransızlara karşı büyük bir direnç ortaya koydu. Ancak 1918 yılından itibaren Osmanlının bütünüyle Afrika'dan çekilmesi ile birlikte Fransa büyük emeline ulaşmış oldu.
Uranyum Madenlerini Fransızlar Kullanıyor
afrikaNijer Cezayir-Libya sınırının hemen güneyinde kalan bir Afrika ülkesi Fransa tüm Kuzey ve Batı Afrika ile birlikte Agadez ve çevresini de uzun süre işgali altında tuttu. Bölgenin yer altı kaynaklarını acımasızca sömürdü. Ülke bağımsızlığını kazanmış görünse de bu sömürü hala devam ediyor. Nijer'in ana dili Fransızca. Nereye giderseniz Fransız kültürü ile karşılaşıyorsunuz. Nijer şu anda dünyanın uranyum rezervinin önemli bir bölümüne sahip. En büyük uranyum madenleri ise Agadez'in 100 kilometreilerisinde bulunuyor. Elbette bu madenleri yıllardır Fransa işletiyor. Tabi çıkarılmasında bölge insanı kullanılıyor. Agadez'den çıkan uranyum,Fransa'daki nükleer santralleri çalıştırıyor. Yine zengin altın madenleri deyabancılar tarafından işletiliyor.
Türkiyenin Temsilciliği Bile Yok
Bölgenin petrol rezervi açısından önemi ise yeni yeni keşfedilmeye başlanmış. Çinli bir petrol şirketi büyük sahrada petrol bulmuş. Nijer'in 10 yıl içerisinde çok önemli bir petrol ülkesi haline geleceği konuşuluyor. Ancak bu kaynaklar da Batılılar tarafından sömürülür mü bilinmez. Dileriz bu petrol dost ve kardeş Nijer halkına savaş ve acılar değil, huzur ve refah getirir. Türkiye'nin buralarda bir temsilciliğinin olmaması bizi üzüyor. Son yıllarda karşılıklı bazı heyetler gidip gelerek ilişkileri canlandırmaya çalışıyor.
Ahıska Türkü 80 aile yeni Arizona’ya geldi. 10.000 Ahıskalı başvurmuş, 3000 tanesi reddedilmiş. “ABD elçiliği yardım çağrımıza cevap veren tek ülke oldu.” diyen Server Thedorov 8 ay önce gelmiş.
Kendilerine Türkiye’de gazetecilerin Batı basınından tercüme ederek “Mesket Türkü” demesinden çok rahatsız. Mesketler Hıristiyan’dır, biz öz be öz Türk ve Müslüman’ız diyor. Komünist Rusya’nın sakladığı ve izole ettiği Ahıska Türkleri ilk kez seslerini 1987’de duyurmuş dünyaya. “170 yıl Türkiye’den kalbimiz kopuk yaşadık.” derken mahzunlaşıyorlar. “Biz, Osmanlı çekilince Rusya’da kalan Türkleriz.” diye açıklıyorlar kimliklerini. Dilleri, kültürleri aynı bizim gibi. Ruslar komünist dönemde hep Ahıskalıları, ‘Türk’seniz Türkiye’ye gidin o zaman’ diyerek dışlamış: “Ama biz Rusya’ya hizmet ettik, bunu kabul etmiyorlardı. Gürcistan sınırındaki dağın adı Mesket, bizi Türkiye’den ayırmak için soyadımızı değiştirdikleri gibi aslımızı da değiştirmek istediler. İnsan dünyaya geldiğine mutlu olmalıdır. Biz en ağır şartlarda yaşadık, yine de mutlu olduk.” diyor Server Bey. Bir türkü sözü mırıldanıyor:
“Ahıska gül idi gitti
Söyleyin Sultan Mahmud’a
İstanbul’un kilidi gitti”.
Kadın-erkek birlikte İngilizce dil kursuna gidiyorlar. Türkiyelilerin kendilerine yardımcı olduklarını, hoş tuttuklarını ekliyorlar. Nesibe Hanım’la Yusuf Bey de o gün Rusya’dan gelmiş. Kalabalık davetli grubu Türklerin yaşama sevincinin göstergesi gibi. “Ailemiz önemlidir ve ailemize sahip çıkan ABD’den biz memnunuz.” diyerek belirtiyorlar duygularını. Aileleri parçalayan Almanya hikâyelerini bilen biri olarak ne dediklerini çok iyi anlıyorum doğrusu.Yusuf Konyalı: Dedeleri Konya’dan gitmiş oralara. Ahıska gerçeğini dünyaya anlatmak için dernek kurmaya hazırlanıyorlar, hepsi heyecan içinde. Evin her yerinde Türk bayrakları var. “Başımız dik geldik buraya, bizim silahımız kalem ve mikrofondur.” diyen Server Bey, liderlik yaptığı Ahıskalılara güveniyor. Üç kuşaktır hayata sıfırdan başlayan Ahıskalılar yine sıfır noktasında. Ama umutları var. Henüz kültürel şokta olduklarını kabul ediyorlar. ‘Çalışan insan her şeyi başarır’ inancındalar.
Server Bey’in tek bir talebi var: UNDP, UNESCO, BM gibi kurumlar Ahıskalıların soykırıma uğradığını kabul etsin. Dünya bizim soykırım hikâyelerimizle değil, kendi yapay soykırım hikâyeleriyle meşgul elbette. Biz Balkanlarda, adalarda ve İzmir’de soykırıma uğramadık mesela! Kıbrıs’ta Türkler referandumda ‘Rumlarla birlikte yaşarız’, dedi ve AB’ye alınmadı, ‘Türklerle yaşamayız’, diyen Rumlar AB içinde! Bu kadar eziyet edilen Türkler ne Rusya’da, ne başka yerde teröre başvurmuştur, diyor Yusuf.
ABD’de North Carolina’ya geldiğim zaman da 2000’den beri Mevlana Festivali yapıldığını öğreniyorum. Tasavvufa büyük bir ilgi var. Müslüman olan Amerikalılarla sohbet ettiğimde merhum Muzaffer Ozak’ın sözü aklıma geliyor: “Hıristiyanları Müslüman yapmak kolay, Müslümanları Müslüman yapmak esas sorun.” Çoğu üst düzey akademisyenin tasavvuf ehli olarak İslam’ı seçmesi tesadüf değil. Kentli insana cevap veren tasavvuf ruh güzelliği sağlıyor. Bizde siyasi İslam’ın yaptığı en büyük tahribat Türk kültürü ve İslam algısının yüzyıllara yayılan aşk anlayışını reddetmesi oldu. Burada da durmadı, kadını da aşağılayarak düşman haline getirdi. Dede Korkut okumamış ve kendini Türk hissetmeyen bu siyasi misyon sahipleri: Kalbin nerede? Kalbin nerede? diye soran Mevlana’yı bile dışladılar. Zengin insanın iflasını yaşayan hatta çöp tenekelerini karıştırır hale dönüşen kimlik sorunumuzu kim cesurca tartışabilir? Cesaret yerine hakareti hak sayanların teorik uydurmalarından bana ne. Burada üniversitede ders verince gördüm öğrenci merakı ne demek? Akademisyen inceliği ne demek anladım. İslam konusunda ders veren Amerikalıları tehdit eden neokon muhafazakârlar da var ortalıkta. Fakat akademisyenin arkasında duran ciddi bilim adamı kimliği olan rektörler de var. Kıskanmadan izlemek ne yazık ki mümkün olmuyor.
sevgili N. Sevindi Hanim
bugunku zaman gazetesindeki yazinizi buyuk bir heyecan icinde okudum ve belki bizim problemimizide kosenizde yayinlarsiniz diye umit icine girdim.Herkes Ahiska Turklerinden bahseder ve Turkiyede onlar icin cikarilmis kanunlarin mevcut oldugunuda biliyoruz ve biz bundan mutlu oluyoruz ama bilerin unutulmasi ise bize uzuntu veriyor.evet biz mi kimiz?
biz KIRGIZISTANDA bulununa KARADENIZ TURKLERIYIZ HEMDE SURGUNDEKI VATAN HASRETI ILE YANAN TURKLER.
Belki kanal 7 de izlemissinizdir bizleri, bizler anadolunun icinde zamaninda Osmanli topragi olan gurcistan' in Batum sehrinde oturan insanlardik ve o surgun yillarini ninelerimiz hala hatirlar ve bizlere anlatir ve kominizim kara bulutu ile Anadolu' ya bir daha gidemeyen insanlariz. Anam Samsun Termeli, babam Hopali bazi akrabalarimiz Rize' li ve biz bu sehirlerin ismi ile hasreti ile buyuduk. Bizim Turkce' miz Rize'de yasayan bir Turk'ten agiz ve sive olarak farki da yoktur. Horon oynariz baklava pisiririz. Dilimizi unutmamak icin elimizden geleni yaptik. Toplasaniz burada bin kisi ya variz ya yokuz ama ayni yerden geldigimiz ayni soydan oldugumuz basbakana ve burdaki Biskek Turk elciligine yazdigimiz dilekcelere bir cevap alamadak. Bizler TURKIYE CUMHURIYETI VATANDASI OLMAK ISTIYORUZ. Bizler yakinda goreceksiniz devletimiz bize sahip cikmazsa bu ekonomik buhran icinde yakinda ne benlik nede Turkluk kalacak. Illaki Amerika mi gelip bizi alsin. biz Turkiye'yi istiyoruz. BASBAKANA SESLENIYORUM. GECEN SIZINDE BATUM'DAN RIZE'YE GOC ETTIGINIZI INTERNETTEN OKUDUM. AMA BIZ BU TARAFTA KALDIK. NE OLUR ALLAH ASKINA BIZLERE SAHIP CIKIN YOKSA BIZLERIN ARTIK DAYANMA GUCU KALMAMISTIR. BIZ SIZDEN BIZE BURALARA BIZLER ICIN PARA MADDI YARDIM GONDERMENIZI ISTEMIYORUZ BIZI SADECE ULKEMIZE ALIN. ORASI SIZIN ULKENIZ OLDUGU KADAR BIZIMDE ULKEMIZ.SIZE BIR OLAY ANLATARAK MEKTUBUMA SON VEREYIM. 90 YILLARA DA OZBEKLER VE TURKLER ARASINDA SIDDETLI KAVGALAR OLURKEN OZBEKISTAN OZBEKLERINI ULKESINE KABUL EDECDEGINI, RUSLAR RUSLARA SAHIP CIKACAGINI AMA TURKLERE SIRA GELINCE HIC KIMSENDEN OZELLIKLE TURKIYEDEN NE SES NE DE SEDA CIKTI. AMA BIZLER SIZIN OLDUGU KADAR BIZIMDE ULKEMIZ OLAN TORAKLARA HASRETIZ VE BIZLERI SURGUNE GONDERENLERIN HATALARINIDA BIZLERE CEKTIRMEYIN. BEN ISTIYORUMKI BIZIM COCUKLAR BIR TURK GIBI TURKIYEDE BUYUSUN.
Ali Tigin
Tarım İlaçları, Zehir Üretim ve Kullanımı Konusunda Neleri Yanlış Yapmışız? Durumu Nasıl Düzeltmişiz?
Sanırım 21. yüzyılın sonlarına geldiğimiz şu günlerde artık insanlık tarımsal açıdan bazı şeyleri yanlış yaptığımızı itiraf edebiliriz.
Gelin bakalım neyi, nasıl yanlış yapmışız ve nasıl düzeltmişiz:
Tarımsal İlaçların Tarihçesi (1900-2100)
Tarım ilaçları ya da kimyasal zehirler, insana zarar veren canlıları yok etmek için kullanıldı uzun süreler. İlk bilinçli olarak kullanılmaya başlandığı 1950’ li yılların başlarında sıtma gibi insanlar için çok ölümcül bir hastalığın kontrol edilmesini sağladı.
Bu ilk başarılar öyle büyüleyici idi ki canlı öldürücü kimyasallar her alanda kullanılmaya başlandı. En çok da yeşil devrim (tarım devrimi) sonrası tarım alanında kullanıldı. 1990’ lara doğru bu kullanım çok yüksek seviyelere çıktı ve tarım ilacı o dönem tarımsal üreticinin en büyük yardımcısı idi.
1990’ larda tarım ilaçlarını yoğun olarak kullanmanın, hedef zararlının yanı sıra çevredeki başka canlılara da zarar verdiği iyice anlaşıldı. İlaç kullanıldığı zaman sadece tek bir canlı çeşidinin bölgedeki nüfusu azalmıyor, bölgenin tüm flora-faunası bu uygulamadan olumsuz etkileniyordu.
2000’ lerin başında gıdalarda ilaç kalıntısı ve gıda güvenliği sebepleri ile tarımsal ilaç kullanımlarına ciddi sınırlamalar, yasaklamalar getirilmeye başlandı. Çevresel sebepler (belki hala önemi tam olarak anlaşılamadığından) genel olarak ikinci planda kaldı.
2050’ lere gelindiğinde neredeyse tüm kimyasal tarım ilaçları yasaklandı. Tarımda zararlılarla mücadele yoğunlukla frekanslı kovucular, feromonlar, tuzaklar, koruma perdeleri, kontrollü ışınım, radyasyon gibi yöntemlerle yapılmaya başlandı.
2100’ lere gelindiğinde ise özellikle bitkisel üretimde çeşitli bitki zararlılarının belli oranlarda kontrollü olarak bitkiye zarar verilmesine izin verildi. Lakin bitki, çeşitli doğal zararlar görmediği sürece kendisi için gerekli bazı savunma kimyasallarını üretmiyordu. Oysa bu tür kimyasallar, insan beslenmesi için çok önemliydi.
Salisilik Asitin Önemi
Bu konuda verilebilinecek en iyi örnek salisilik asittir.
Aspirin diye bildiğimiz mucize ilaç aslında “asetil salisilik asit” tir ve salisilik asit içerir.
Pek çok bitki türü bir savunma mekanizması olarak salisilik asit üretiyor. Üretilen salisilik asit hasarlı ya da hastalıklı hücrelerin intihar etmesine neden oluyor. Bu yüzden yüksek seviyelerde salisilik asit içeren meyve ve sebzeler hasarlara ve hastalıklara daha dayanıklı oluyor. Örneğin Malamy ve arkadaşlarının 1990 yılında yaptığı bir araştırmaya göre tütün bitkisi yapraklarına TMV (tütün mozaik virüsü) bulaştırıldığında, yaprakların salisilik asit içeriği 180 kat artıyor.
Ayrıca çok sayıda çalışma, bol miktarda sebze ve meyve tüketen insanların daha az kalp krizi geçirme ve kansere yakalanma riski taşıdığını gösteriyor. 2000’ lerin başında yapılan bir araştırmada vejetaryen budist rahiplerinin kanında vejetaryen olmayan kontrol grubundaki insanlara göre yüksek seviyelerde salisilat bulunduğu gösterilmiş. Ayrıca, vejetaryenlerdeki salisilat seviyesi, üçüncü bir grup olan günlük düşük doz aspirin alan insanlarınkilerle denk düşüyormuş.
Salisilat eksikliği özellikle insanlarda geç dönemde oluşan hastalıkları tetikliyor ve yıkıcılığını, yıpratıcılığını arttırıyor.
Salisilat pek çok vitaminin enzim kofaktörü (Enzimlerin yapısında yer alan ve etkinlik göstermeleri için gerekli olan yan gruplar) Yani vitaminlerin hücrelerimizde belli biyokimyasal reaksiyonların oluşmasına yardımcı olmasını sağlıyor. Salisilat aynı zamanda bir antioksidan. Ve insan vücudunda doğal olarak üretilemiyor. Dışarıdan alınması zorunlu. İşte tüm bu sebeplerden salisilat 2020 yılında “S vitamini” olarak ilan edilmiş.
Yine 2020’ li yılların başında salisilatın önemli bir mikro-besin olduğu kabul edilmiş. Ve batı toplumlarının, özellikle de kötü bir beslenme alışkanlığına sahip olan gelir düzeyi düşük grupların büyük yüzdesinde salisilat eksikliği olduğu ortaya çıkmış. Bunun üzerine bu halk sağlığı sorunuyla başa çıkmak için, yiyecek ve içme sularına sentetik salisilat eklenmiş.
Doğal Yollara Dönüş
Ancak görülmüş ki taşıma su ile değirmen dönmüyor. Çünkü araştırdıkça anlaşılmış ki sadece salsilik asit değil; jasmonik asit, etilen ve bunun gibi daha başka pek çok kimyasal, bitki için gerekli doğal şartlar mevcutsa, bitki çevre koşullarına kendi imkânları ile karşı koyup sonunda meyvesini üretebiliyorsa doğal olarak meyvede oluyor. Zaten hepimiz biliriz ki doğal meyveler daha lezzetli olur. Bir atasözünün dediği gibi: “Acı yok, kazanç yok.”
Doğada bu vitaminin (ve bitkinin ürettiği daha birçok kimyasalın) ana kaynağı varken, zararlıları birçok başka yolla kontrol altına almak mümkünken ve öldürücü kimyasallar sadece hedef zararlıya değil tüm çevredeki doğal hayata zarar veriyorken, tarım ilaçlarında diretmenin anlamı var mıydı?
Sonuçta 2100 yılına yaklaştığımız şu günlerde tarımda tarım ilaçları kullanılmıyor. Canlıların zehirle öldürülmesi yoluna gidilmiyor. Böylece:
- Yediğimiz meyve ve sebzeler eskisine göre çok daha lezzetli
- Yediğimiz meyve ve sebzeler eskisine göre çok daha sağlıklı.
- Benim karnım doyacak diye bir tarım işçisinin ilaçlama yaparken zehir yutması gerekmiyor.
- Benim karnım doyacak diye yiyeceğim ürünün yetiştiği bölgenin doğal hayatını yok etmeye sebep olmuyorum.
Kaybedilenler belki yerine çok zor gelir ancak 2000 yılı insanına göre 2100 yılı insanı birçok hatadan dönmüş durumdadır.
Saygılarımla,
Manolya Biçerdöver
Tarımsal Farkındalık Dergisi
Köşe Yazarı
23.07.2099 Perşembe
* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *
İşte 2099 yılının bir yaz ayında “Tarımsal Farkındalık Dergisinde” sayın Manolya Biçerdöver tarafından yazılabileceğini düşündüğüm bir makaleyi yukarıda sunmaya çalıştım.
Gelecek makalemde, yine 2099 yılında yazılabilecek 1900-2000’ li sürede nelerin yanlış yapıldığı ve zamanla nasıl düzeltildiği konularındaki makaleleri yazmaya çalışacağım.
Belki bu makaleler yolu ile o gün yapılacakları daha bugünden yapacak cesarete sahip oluruz.
Zhuge Liang’ ın sözü, konu hakkında fikir verebilir:
”Akıllılar dövüşmeden önce kazanırlar, cahiller kazanmak için dövüşürler.”
Sonucunda mağlup olacağımız bir dövüşe hiç girmemek ve akıllıca adımları acilen atmak umuduyla.
Hakan Ozan Erzincanlı
Ziraat Yüksek Mühendisi
İş dünyasının yeni guruları Chan Kim ve Renée Mauborgne, "Mavi Okyanus Stratejisi" adındaki kitaplarında, 30 sektörden farklı şirketlerin yaklaşık 100 yıllık bir süreçte yaptığı 150 hamleyi değerlendirerek, geleceğin önde gelen şirketlerinin başkalarıyla rekabet edenler değil, kendilerine yeni talep alanları yaratanlar olacağı sonucuna vardı.
Kitaba adını veren Mavi Okyanuslar, henüz keşfedilmemiş pazarları, rekabet olmayan alanları tanımlıyor. Yazarlara göre şirketler Kırmızı Okyanuslarda, yani bir çok şirketin olduğu, sınırları tanımlı pazarlarda talepten pay almak için rekabet etmek yerine, kendilerine yaratacakları Mavi Okyanuslarla daha düşük maliyetle çok daha büyük pazarlara ulaşmayı hedeflemeliler.
Kitaba göre rekabeti yenmenin en iyi yolu, rekabeti yenmeye çalışmayı bırakmaktır. Stratejik odak, rekabetten alternatiflere, müşterilerden müşteri olmayanlara yöneldiğinde, problemi yeniden tanımlayarak daha önce düşünülmemiş değerler yaratmak mümkündür!
Çember.net
Kim ve Maubourgne, "Mavi Okyanus Stratejisi" isimli kitapta; stratejiyi altı temel prensip çerçevesinde
ele alarak, uygulama detaylarını gözler önüne seriyor. İşte mavi okyanus stratejisinin altı bileşeni ve azalttığı riskler;
- Pazar sınırlarını yapılandır / düzenle – Araştırma riski
- Sayılara değil büyük resme odaklan – Planlama riski
- Mevcut talebin ötesine ulaş – Ölçek riski
- Stratejik sırayı doğru belirle – İş modeli riski
- Önemli organizasyonel engelleri aş – Organizasyonel risk
- Uygulamayı strateji ile belirleştir – Yönetim riski
“Mavi Okyanus Stratejisi” isimli kitabın en ilginç saptamalarından bir ise pazar sınırlarının yeniden yapılandırılması noktasında sunduğu altı farklı yol. Kitap bu altı farklı yol ile çoğu şirketlerin kapana sıkışmışçasına rekabet ettikleri durumdan kurtulmanın çarelerini gözler önüne seriyor. Bu kapandan kurtulmak için izlenecek yollar.
- Alternatif endüstrilere bak
- Endüstri içindeki stratejik gruplara bak
- Alıcılar zincirine bak
- Tamamlayıcı ürün ve hizmet tekliflerine bak
- Müşteriler yönünden Fonksiyonel ve duygusal çekiciliğe bak
- Zamana bak
Kitaptan İnciler…
- Kızıl okyanusta farklılaştırma maliyetlidir, çünkü şirketler aynı en iyi uygulama kuralı ile rekabet ederler.
- Mavi okyanuslar rekabetle ilgisizdir, çünkü oyunun kuralları belirlenmeyi beklemektedir.
- Şirketler ancak yenilik ile fayda, fiyat ve maliyet arasında uyum sağladıklarında değer yenileme meydana gelir.
- Değer yenileme, yeniliğin ötesinde bir şeydir. Şirket faaliyetlerinin bütün sistemini kapsayan strateji ile ilgilidir.
- Şirketler mavi okyanus stratejilerini; alıcı faydası, fiyat, maliyet ve kabul (benimsenme) sırasına göre inşa etmelilerdir.
- Mavi okyanusları üst seviyeye çıkarmak için şirketler; müşterilere odaklanmak yerine, müşteri olmayanlara bakmalıdır ve müşteri farklarına odaklanmak yerine, tekliflerini alıcıların değer verdiği ortak noktalar üstüne kurmalıdır.
- Her büyük stratejinin odağı vardır ve bir şirketin stratejik profili ve değer eğrisi açıkça bu odağı göstermelidir.
- İyi bir stratejinin net ve ikna edici bir sloganı olur.
- Alıcıları alternatif endüstrilerden alışveriş yapmaya iten temel faktörlere odaklanarak ve başka her şeyi yok ederek veya azaltarak yeni pazar alanının yaratabilirsiniz.
- Mevcut stratejik gruplarda mavi okyanus yaratmanın anahtarı müşterilerin bir gruptan diğerine ticaretini artırma veya azaltma kararını hangi faktörlerin belirlediğini anlayarak bu dar tünel görüşünden çıkmaktır.
- Alıcı gruplara bakarak, şirketler önceden göz ardı edilmiş alıcı gruplarına odaklanmak için değer eğrilerini yeniden nasıl tasarlayacakları konusunda yeni anlayışlar kazanırlar.
- Kullanılmaya başlanmamış değer çoğunlukla tamamlayıcı ürün ve hizmette gizlidir. Çözüm yolu, alıcıların ürün ve hizmet seçerken aradıkları tam çözümü tanımlamaktır. Bunun kolay bir yolu ürününüzün kullanılmasından önce, esnasında ve sonra ne olduğu hakkında düşünmektir.
- Şirketler, endüstrilerinin fonksiyonel – duygusal gelişim yönlerine meydan okumaya istekli olduklarında, genellikle yeni pazar alanı bulurlar.
- Endüstrilerin çoğu, işletmelerini zaman içinde etkileyen tüm trendlere açıktır. Bu eğilimlere doğru bakış açısıyla bakmak mavi okyanus fırsatlarını nasıl yaratacağınızı gösterebilir.
- Birçok şirketi düzlüğe çıkaran gelişmelerde, en zor mücadele, insanları stratejik değişimlerin gerekliliği konusunda bilinçlendirmek ve nedenleri konusunda fikir birliğine varmaktır.
- Sizi yoldan saptırmaya çalışanlara veya düşmanlarınıza karşı galip gelmenin yolu, onların saldıracakları muhtemel açıları bilmekten ve aksi iddia edilemez gerçeklerle ve nedenlerle desteklenen karşı savlar geliştirmekten geçer.
Pazarlama Dünyası
Öyle bir anlar geliyor ki;
Soframızda sadece dumanı tüten sıcacık bir çorba da olsa, bir dilim ekmeği bile bulamayan insanları düşünerek şikayet etmemeyi,
Trafikte çakılıp kaldığımızda, dünyada arabaya binme sanşına hiç sahip olamayan kişileri düşünerek kendimizi umutsuz ve şanssız hissedip sinirlenmemeyi,
İş yerinde kötü bir gün geçirdiğimiz zaman, yıllardır işi olmayan ve bulamayan bir kişiyi düşünerek kendi kendimize söylenmemeyi ve isyan etmemeyi,
Yolda araba bozulduğu zaman, doğduğu günden beri yürümenin zevkini hiç tadamamış bir felçliyi düşünerek yaşama küsmemeyi ve tabana kuvvet yürümeyi,
Aynaya baktığımızda, saçlarına yeniden sahip olmayı bekleyen ve kendisine kemoterapi uygulanan bir hastayı düşünerek saçlarımızdaki beyaz saç tellerine üzülmemeyi,
Yılbaşı ya da bayram için çocuklarımıza alışveriş yapamadığımızda, ayağına giyecek bir ayakkabısı dahi olmayan minicik ayakları düşünerek çocuklarımızın en azından dizimizin dibinde sıcacık yuvalarında oturuyor olmasına şükür etmeyi,
İnsanların sertliği, umursamazlığı, küçüklüğü ve güvenilmezliği karşısında kendimizi aşağılanmış ve kurban edilmiş bir duygu içinde bulursak, yine de gülebilmeyi öğreniyoruz.
Ve çevremizdekilere sert, umursamaz, aşağılayıcı ve ezici davranan bir kişi olmadığımız için şükür ediyoruz…
Numaralı ürünü al, milli servet yurdumuzda kalsın
Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün'ün Çağrısı...idi, şimdi ben yineliyorum.
Arkadaşlar bunu yapmak zor değil. Ben yaptım. Geçen hafta 2 aylık faturalarımı çıkardım ve hesapladım. Yani Danone yerine Sütaş, Pantane yerine İpek almışım vs. 2 ayda 1000 YTL param Türkiye de kalmış.
ATO' dan tüketiciye '869' çağrısı Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Sinan Aygün, ithal ürünler yerine Barkodu '869' ile başlayan yerli malı ürünleri satın alma çağrısı yaptı. Aygün, tüketim malı ithalatına giden her 6 bin 500 dolarınTürkiye'de bir kişiyi işsiz bıraktığını belirterek, '869' u al, çocuğun işsiz kalmasın' dedi..
Aygün, yaptığı yazılı açıklamada, yabancı markalı Ürünlerin market raflarını istila ettiğini ve ithal ürün tüketimi nedeniyle Türkiye ekonomisinin çıkmaza girdiğini kaydetti.. Aygün, bir ürünün Barkoduna bakarak hangi ülkeye ait olduğunun anlaşılabileceğini anımsatarak, Türkiye ekonomisinin kurtuluşunun 869 rakamında gizli olduğunu savundu.. Aygün, şöyle konuştu: 'Türkiye ekonomisi bugün güçlü ekonomiler karşısında bağımsızlık savaşı veriyor. Bu savaşta parolamız 869'dur. Yani Türk'ün şifresi 869'dur. Savaşı kazanmak ve başı dik gezmek istiyorsak ülkemizin ürünlerine sahip çıkalım. İthal ürünlere verdiğimiz her kuruş, ekonomimizi çıkmaz sokağa götürüyor, yerli sanayinin bacası tütmez oluyor. Gençlerimize istihdam yaratılamıyor. Yerlisi varken yabancı mal almak, kıt kaynaklarımızın dışarıya gitmesi ve yatırımların azalmasıdır. Azalan yatırım, çoğalan işsizliktir.'
İranda yaşayan bir kardeşimizin, Ahmetinejat'ın İstanbul ziyareti vesilesiyle bizlere seslendiği çok sıcak ve sevimli yazısını paylaşmak istiyorum.(Azericede X harfi H olarak okunur)
Türkiye Xalqı ve İran
Cuma günü (15 Ağustos) , Fars Rejimi (=İran) Dövlet Başqanı Ehmedinecat'ın Sultanehmed Cami'inde Cuma namazına qatılması ve Türkiyeliler, sanki Ehmedinecat - neuzubillah – Peygamber Efendimiz'miş kimi ona yaxınlaşmaq istedikleri ve elinden öpmek (! !) için hücum etdikleri ile ilgili görüntüleri TVden seyrederken, bir yol daha, Türkiyeliler'in İran Dövleti ve genelde İran (diye adlandırılan ülke) haqqında bilgisiz olduqlar (daha doğrusu, bilgisiz saxlanmış olduqları) bileme isbat oldu ve buna çox derinden teessüflendim, aynı zamanda da, bu bilgizisliğe neden olan Türkiye medyasına öfkeyle doldum.
Evet, Türkiyeliler Cuma günü Ehmedinecat'ın elinden öpmek için hucüm edirdiler, çünkü Ehmedinecat'ın ve onun temsil etdiği rejiminin nece bir Türk ve İslam düşmanı olduğundan heç xeberleri yoxdur.
Onlar, Fars Rejimi'nin (=İran Rejimi'nin) 16 ilden beridir Müslüman Azerbaycan Türkleri yerine, qatil ve işqalcı Mesihi (=Kristiyan) Ermenileri desteklediğinden xeberleri yoxdur:
Hamımızın bildiği kimi, 1992 ilinde Ermenistan Ordusu, Rus Ordusu'nun yardımıyla Azerbaycan Türk Cumhuriyeti'nin Xocalı şehrine saldıraraq yüzlerce Müslüman Türk'ü vehşicesine öldürüb doğram doğram etdiler. Sonra da Qarabağ bölgesini işqalları altına aldılar. Bu işqal da indiye qadar devam etmekdedir.
Ama bu olayların qarşısında İran İslam(!) Cumhuriyeti'nin (=Fars Rejimi'nin) tavrı neymiş?
Din qardaşı Müslüman Azerbaycan'a yardım etmek yerine; İslam topraqlarına tecavüz etmiş olan Ermenistan'ın terefini tutmaq, hata onlara destek bile vermek! ! ! ! (İran – Ermenistan ilişkilerinin son 10 iline baxanda bu ilişkilerin hamı alanlarda gün geçdikce gelişdiğini, ve özellikle de son illerde, aralarínda önemli ekonomik anlaşmaların imzalandığını, hatta Farslar'ın Türkiye'ye yüksek fiyata satdıqları gazı, adeta yox bahasına Ermenistan'a satdıqlarını görürük) . Öte yandan, Xocalı Soyqırımı ve Qarabağ'ın işqalı ile ilgili xeberler Fars medyasında (Fars TV ve radyo kanallarının hamısı doğrudan doğruya hükümetin konrolü altındadır) boykot edilmiş; Filistin ve Lübnan'la ilgili xeberler her gün yayımlanarken, Xocalı ve Qarabağ haqqında heç mi heç xeber ve bilgi verilmemiş ve verilmemekdedir.
Evet! Türkiyeli bacı qardaşlarımız Fars(=İran) rejimi haqqında büsbütün bilgisiz saxlanmışdırlar:
- Türkiye Xalqı, her bir Türkiyeli'nin evinde bulunan ve en eziz şey olaraq bağırlara basılan ay ulduzlu al bayraqlarının; her il Mayıs ayında, sözde Ermeni Soyqırımı anısına Tahran'da Ermeniler'ce düzenlenen Türkiye ve Azerbaycan qarşıdı gösterilerde odlandırıldığından xebersizdirler. Bunu bilseler de (ki kesinlike bilmeyirler) , her halde, o bayrağın yaxılmasına izin verenin, ele bu bağırlarına basdıqları Ehmedinecat, başqa deyişle Fars(=İran) dövleti olduğu, aqıllarına bile gelmez.
- Türkiye Türkleri; Ermenistan, Rusya ve Yunanistan'ın, Fars(=İran) rejiminin bölgedeki en önemli Müttfiqlerini teşkil etdiklerinden xebersizdirler.
- Bugün, Farslar'ın özlerinin de başlarına bela olmuş olan PKK'nın vextiyle ele bu Farslar terefinden destek gördüğü, hatta eğitildiği haqqında da heç bilgilleri yoxdur.
- Görünüşde, özellikle siyasi alanda, iki qatı düşman kimi görünen Fars(=İran) Rejimi ve İsrail arasında çox geniş kültürel ilişkiler bulunduğundan xeberleri yoxdur.
- Fars(=İran) Dövleti'nin Ermenistan'ın bağımsılığını tanıyan ilk dövletlerden olduğunu bilmeyirler.
- QQTC'nin (Quzey Qıbrıs'ın) Farslar terefinden tanınmadığından xebersizdirler.
- Fars(=İran) Dövleti'nin geçen 80 il erzinde uyguladığı kültürel siyasetleri sonucunda bugün, İran'da yaşayan insanların gözünde, Türkiye'nin, müslüman bir ülke değil de dünyanın bir numaralı fesad ve fehşa merkezi olaraq göründüğünden xeberleri yoxdur.
- Fars(=İran) Rejimi'nin din alanındaki politikaları sonucunda, bugün İran'da, Sünni Müslümanlar'a ve özellikle üç xelifeye (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman) ihanetin (=haqaretin) ve söğüş heddine çatan yaman sözler söylemenin resmen yaygın duruma gelmiş olduğunu, xelifeleri yamanlamanın (dövletin savunduğu bazı çevrelerce) sevablı bir iş olaraq göründüğü haqqında bilgileri yoxdur.
- İran oxullarında oxudulan tarix kitablarınnda; İslam tarixında ve onun dünyaya yayılması qonusunda son derce büyük rolü olan Osmanlı İmparatorluğu'ndan hemen hemen heç bahsedilmediğini, bahsedildiği bir neçe sayfada ise Osmanlı'nın, Sefevi Türk Xanındanı döneminde İran'a saldıran vehşiler olaraq gösterildiğini, bilmemekdedir.
...
Fars(=İran) Rejimi'nin, İran'da yaşayan Fars olmayan milletleri (başda, sayıları 30 milyon civarında olan Türkler; Erebler, Kürdler, Beluçlar, Türkmen Türkleri ve...) en tabii haqlarından yoxsun etmiş olduğnu; 80 ilden beridir onlara, özellikle Türkler'e, qarşı asimilasyon siyasetleri uygulayaraq kültürel anlamda onları yox etmeye çalışdığını bilmemekdedir...
...
Evet...! Türkiyeli bacı qardaşlarımız bu gerçekleri, ve İran haqqındaki yüzlerce başqa benzer gerçekleri bilmeyirler. Yalancı, qorxaq ve çoxunluğu yabancılar terefinden yönetilen Türkiye medyasının gizlediği gerçekler!
Sizce eğer Türkiye xalqı, bu gerçekleri bilseydi, geçdiğimiz Cuma gününde Sultanehmed'de Ehmedinecat'ı tekbirlerle qarşılayıb uğurlamaq yerine, qoxumuş yumurtalarla qarşılayıb uğurlamaz mıydı?
Mohemmed Ucal Ulutürk
Güney Azerbaycan, Hemedan, BAHAR