Networking, duyduğumuzda çoğunlukla beynimizde doğru ya da hatalı bir resim beliriyor. Çevremizde ilişki içinde bulunduğumuz insanlar ve oluşturdukları topluluklarla ilgili bir şey...
İş yaşamında ilişki ağı geliştirme manasında kullanılıyor. Yabancı kelimeleri kullanma gereksizliği ve güzelim lisanımıza yapacağı tahribat düşünülmeksizin kullanılıyor. Çoğumuz bir emperyalist baskı altında gerçekleştiğinin farkında değiliz. Ancak farkındalığı yüksek olanlarımızda aynı çember içindeyiz.
Bulunduğunuz pazarda ve iş çevresinde kimleri tanıyorsunuz? Sizi tanıyanların sayısı ve niteliği nedir? Kişisel markanız algılanmış mı yani sizi nasıl tanıyorlar? Buunduğunuz çevrenin uluslararası boyutu var mı? Anılan bu sorular bu kavram içinde soruluyor ve yanıtlanıyor.
Diğer yandan periyodik kriz ortamlarını zaman zaman yaşayan yurdumuz insanı küresel bir krizle mücadele etmeye çalışıyor. En güncel sıkıntı ise işsizlik, yurdumuzun kurumsal firmaları bile henüz ellilerine gelmemiş, çalışma hayatının en verimli çağını yaşayan kişileri işten çıkarıyor. Bir yandan en üretken çağlarında işten çıkarılan bu kişilerin çoğu ne yapacaklarını şaşırmış durumda iken diğer yandan en önemli değerlerini kaybettiklerinin farkına varma şansına sahip olmayan firmalarımız... İlginç ve dokunaklı günler yaşanıyor.
Çok açık anlaşılıyor ki işini kaybedenler hazırlıksız yakalanmışlar. İşlerini kaybedenler kendi işlerini yapıyor olarak düşündükleri, çalışma yaşamları boyunca kafalarını gömdükleri işlerinde, deli gibi çalışmışlar ve şirketlerinin dışına çıkıp hiçbir kişi ve kuruluşla temasa geçmemişler.
Firmaya bağlılık derecesinin yüksek olması latifesiyle avunarak ve sonsuza kadar aynı işyerinde çalışacakları sanarak çevre yapma konusuna önem vermedikleri anlaşılıyor. Ancak, şimdi piyasada yeterli sayıda tanıdıklarının olmadığını fark ediyorlar.
Çoğu özgeçmiş hazırlamayı bilmiyor. “İş nasıl aranır?” ise tam bir muamma. Şüphesiz başa gelen çekilir. Mecburen öğrenecek ve bir işe kavuşacaklar. Ancak networking kelimesinden ders çıkarmak durumunda olanların sayısı oldukça fazla olacak sanıyorum.
Network oluşturmanın incelikleri konusunda birkaç kelime yazmak istiyorum. Aslında işin temelinde sosyalleşme istek ve becerisi bulunuyor. Daha çok özel yaşamda hissedilen sosyalleşme olgusunu iş yaşamına aktarmanın yollarını araştırmamız gerekiyor. Geçmişten kalan ve ve bugün karşılaşılan fırsatları değerlendirmek durumundayız.
Lise ve üniversite arkadaşlarıyla görüşmelerini sürdürerek, mezunlar derneğinde çalışarak, belki Facebook ta Yahoo' da gruplar oluşturmak yoluyla dinamik bir sosyal dinamizm sağlanabilir. Aynı bakış açısıyla sektörel dernekler ve rakip firma yetkileri ile tanışma, sivil toplum kuruluşlarında sorumluluklar alarak network oluşturma çabaları içinde bulunabiliriz.
Internet Network oluşturma açısından önemli noktada duruyor; Günümüzde gelişen teknoloji, geniş kitlelerin takip ettiği yeni eğilimler ve internet kullanım alışkanlıkları, pazarlama trendlerinin şekillenmesinde önemli rol oynamaktadır. `Online` sosyal çevreleri kullanma tekniklerinin geliştirilmesi ve başarılı bir şekilde değerlendirilmesi, işle ilgili fırsatlar yaratma aşamasında büyük avantajlar sağlamaktadır.
LinkedIn daha önce bilgi sahibi olmadığınız kişilere, bilgiye, iş olanakları ve fırsatlara erişme olanağı sunarak profesyonel ağınızı çevrimiçi hale getirir. Güvenli bağlantılar ve kişiler üzerine kurulan LinkedIn, dünyanın en geniş ve en güçlü profesyonel ağını yaratmıştır. Halen birçok sektörde 25 milyondan fazla profesyonel LinkedIn üzerinden iletişim kurmaktadır.
Yine Xing, Twitter ve bloglar (Blogger, WordPres) dâhil olmak üzere, Web 2.0 siteleri network oluşturmak amacıyla kullanılabilir.
Ülkemizde Bluefin (mavi yüzgeçli) orkinos avcılığı ve yetiştiriciliği son yıllarda olağanüstü bir
gelişme gösterdi. Türkiye’nin hatırı sayılır sektörlerinden biri haline gelen ve özellikle ihracat açısından çok önemli bir potansiyele sahip olan sektör, ne yazık ki şu an için bazı önemli uluslararası sıkıntılar da yaşıyor.
Türkiye balık avcılığı ve yetiştiriciliğinde çok köklü bir tarihe ve kültüre sahip olmasına ve Mavi Yüzgeçli Orkinos un göç rotasındaki Akdeniz’e kıyısı olmasına rağmen, ancak geçen yıl Dubrovnik’te düzenlenen ICCAT toplantısında (Atlantik Orkinos Neslinin Korunması Amaçlı Uluslararası Komite) orkinos avcılığı için kota alabilmiştir.
Sektörün en önemli kurumu olan ICCAT’ın bu yıl ki zirvesi ise 12 Kasım tarihinde Antalya’da gerçekleştirilmiştir. ICCAT zirvesi sırasında sektörümüz ve ülkemiz başarılı bir ev sahipliği gerçekleştirmiş ama iki temel konu üzerinde rahatsızlığını da dile getirmiştir. Bu iki önemli konuyu şu şekilde özetlemek mümkündür.
Orkinos neslinin korunmasına ve aşırı avcılığın önlenmesine yönelik tedbirler ve buna bağlı olarak Avrupa Birliği ülkeleriyle, Akdeniz’e kıyısı olan diğer ülkelerin sahip olduğu toplam kotanın düşürülmesi.
Diğer üye ülkelerden azaltılmış bu kotanın Türkiye’nin hakkına ilave edilerek;
Türkiye’nin alacağı kota oranının artırılması. Tarihinde balıkçılık kültürü ile en ufak ilgisi dahi bulunmayan bir takım ülkeler, Türkiye’nin birkaç katı daha fazla kota alabilirken, bizim kendi evimizin önü olan kendi denizimiz Akdeniz’de gerçekleştirilen bu avcılık faaliyetinden ülkemize neredeyse lütuf olarak verilen mevcut az kotadan ciddi şekilde rahatsızız.
Rakamsal Örnek vermemiz gerekirse;
Avrupa Birliği kotası 16.779 ton iken Türkiye’nin kotası 918 ton seviyesindedir. Tunus’un 2.333 ton, Cezayir’in 1.511 ton ve Akdeniz ile hiçbir bağlantısı olmayan Japonya’nın 2.515 ton kotası var iken, ülkemize yapılan kesinlikle büyük bir haksızlıktır.
ICCAT kurallarına göre Türkiye’nin alması gereken kota, toplamın yaklaşık %12’ sidir. Bize verilen miktar ise ancak %3 civarındadır. Bu tarihsel hatanın düzeltilebilmesi için ICCAT sırasında ve elbette sonrasında girişimlerimiz oldu.
Türkiye bu doğal hakkını elde edene kadar mücadelemizi şüphesiz sürdüreceğiz. Bu alanda sektörümüz sektör içinden ve dışından gelecek desteklere ihtiyaç duymaktadır.
Özellikle Dış Ticaret Müsteşarlığımızın ve Dış Ticaretten sorumlu Bakanlığımızın desteği ve ilgisi bizim için çok önemlidir.
Cumhuriyetin 100. yılı ihracat hedefinde balıkçılığın payının hak ettiği noktada olabilmesi için bu sorunların aşılması mutlak bir zorunluluktur.
Tuncay Sagun
1500 Konut için Enerji Üretmeye Başladı.Üç adet Dalga Enerji Konvertörü içeren dünyanın ilk Dalga çiftliği Agucadoura, Portekiz sahilinde toplam 2,25 MW enerji üretme kapasite ile çalışmaya başladı.
Dalgalarla salınan turuncu metal tırtıllar deniz tabanına sabitlenerek üretilen enerjiyi deniz altı kabloları ile sahile taşımakta ve binbeşyüz kontun enerji ihtiyacını karşılamaktadırlar.
Dünya okyanus dalgalarından benzer teknolojilerle 2 TeraWat enerji elde edilmesinin mümkün olduğu hesaplanıyor ki bu, günümüzdeki enerji ihtiyacımızın iki katıdır. Bunun pratik olduğunu söylemek olası değildir, ancak küçük ölçekli benzer dalga çiftliklerinin önemli bir temiz enerji alternatifi olduğu ifade edilebilir.
TarihiEski Yunanistan'dan bir zeytinyağı şişesi Zeytin ağacına ilişkin mevcut en eski veri Ege Denizi'ndeki Santorini Adası'nda yapılan arkeolojik çalışmalarda ortaya çıkarılan 39.000 yıllık zeytin yaprağı fosilleridir. Kuzey Afrika'daki Sahra bölgesinde gerçekleştirilen arkeolojik araştırmalarda ise M.Ö. 12.000'e ait zeytin ağacı bulgularına rastlandı. İlk zeytin hasadının ne zaman ve hangi uygarlık tarafından yapıldığıysa bilinmemektedir. Tarih, zeytinyağı üretimine ilişkin en belirgin izlerin Akdeniz'in tam ortasındaki Girit Medeniyeti'ne, M.Ö. 4500 yıllarına dek uzandığını göstermektedir.
İnsanlık tarihinde önemli yeri olan bir "zeytin dalı" çizimiZeytinyağı kültürünün Akdeniz'deki diğer kavimlere yayılmasında en önemli rolü Giritliler oynamıştır; hem de yaklaşık 3000 yıl boyunca. Güçlü ticaret filolarına sahip olan Giritliler'in gerçekleştirdiği zeytinyağı ticaretinin günümüzdeki en canlı tanıkları, Knossos ve Faistos saraylarının yıkıntıları arasında bulunan 2 metrelik zeytinyağı küpleridir. "Pithoi" denilen bu dev küplerle beraber bulunan tabletlerde ise o günkü zeytinyağı ticaretinin nerelere yapıldığını ve zeytinyağının nerelerde üretildiğine dair bilgiler yer almaktadır. Aslında zeytinyağı kültüründe Anadolu, coğrafya olarak hep vardır; ama ön planda görünen Ege'nin karşı yakasıdır. Bunun sebebi, Homeros'un Batı Medeniyeti'ndeki tartışmasız ağırlığından ötürü zeytinyağı kültürünün merkezine sürekli olarak Antik Yunan'ın yerleştirilmesidir. Helen Medeniyeti'nin sadece Ege'nin karşı kıyısını değil Anadolu coğrafyasını da kapsadığı unutulur. Milet'in, Efes'in, Foça'nın, Klazomenai'nin (Urla), Erythrai'nin, Assos'un Anadolu'da olduğu ihmal edilir.
Üretimi
Zeytinyağı eldesi öncesi zeytinler
Zeytin ağacı (Olea europea) narin bir ağaçtır. Ağır ve zahmetli büyümesine karşın oldukça uzun ömürlüdür. Bir zeytin ağacının ortalama ömrü 300-400 yıldır, ancak 3 bin yaşında zeytin ağaçlarına da rastlanmıştır. Bu nedenle zeytin ağacının adı mitoloji ve botanikte "ölümsüz ağaç"tır. Derinlere uzayan kökleri sayesinde kalkerli, çakıllı, taşlı ve kurak topraklarda yetiştirilmeye elverişli olan zeytin ağacı için en verimli ortam yazları sıcak, kışları ise ılıman geçen iklimlerdir. Çünkü zeytin ağacı ışığı, güneşi ve 15° C üstündeki sıcaklığı sever. Yıllık ortalama 220 mm yağış zeytin ağacının verimli bir şekilde büyümesi için yeterlidir. Zeytin ağacı genellikle rakımı düşük coğrafyalarda yetişir. Ancak denizden 1000 metre yükseklikte de zeytin tarımı yapılabilmektedir. Çalı görünümündeki zeytin ağacının yapraklarının üst yüzü koyu, alt yüzü ise gümüş rengindedir. Yapraklar mükemmel bir düzen içinde dalın iki tarafından karşılıklı olarak çıkar. Ortalama 40 - 50 cm. genişliğindeki gövde çürümeye karşı çok dayanaklıdır. Ağaç yaşlanınca yamrulardan gelişen yeni uçlar gövdeyi tazeler. Ortalama boyu 4 - 10 m olan zeytin ağacı bir yıl bol, bir yıl az ürün verir. Çiçek verme mevsimi kuzey yarım kürede Nisan - Haziran ayları arasındadır. Yeşil zeytinler Ağustos ayı sonundan Kasım ayı başına kadar olan süre içinde olgunlaşır.
Zeytin hasatında toplama şekilleri binlerce yıldan bu yana neredeyse hiç değişmemiş, asırlar boyunca elle toplama ya da silkme yöntemi kullanılmıştır. Bir de, yere düşmüş zeytin meyvelerini toplama yöntemi vardır. Hasat, Kasım ile Mart ayları arasında yapılır. Ancak genel yöntem silkmedir. Elle toplamada, sağma veya taraklama yöntemi, yerden toplamada ise merdane veya fırça kullanılır. Günümüzde zeytin hasadında makineden de (sarsma ve yerdeki meyveleri emici ekipmanlarla toplama) yararlanılmaktadır. Uygulamada en fazla emek gerektiren yöntem, elle toplamadır. Saatte en fazla 9-10 kilogram zeytinin toplandığı bu yöntem, meyve sağlam ise en iyi kalitede zeytinyağı üretilmesini sağlar Zeytinyağı kültüründe, binlerce yıldan bu yana değişmeyen başka bir gelenek de zeytinden yağ çıkarma yöntemidir. Bunun nedeni zeytinyağının, zeytinlerin soğuk presten geçirilmesiyle elde edilmesi ve hiçbir kimyasal işleme gerek duymadan yenilebilmesidir. İşte bu yüzden, bugün hâlâ Ortadoğu'da rastlanan zeytin üretme yöntemiyle, yaklaşık 6 bin yıl önceki zeytinyağı elde etme yöntemi arasında hiç fark yoktur: Zeytinler ezilerek hamur haline getirilir. Daha sonra bu hamur sıkılır veya presten geçirilir. En sonunda ise yağ, zeytin meyvesinin suyundan (karasu) ayrıştırılır. 19. yüzyılın başında ise teknolojinin gelişmesiyle hidrolik pres makinelerine geçildi. Bugün hidrolik pres makinelerinin yanı sıra, zeytin hamuruna hiç pres uygulamadan merkezkaç kuvvetiyle zeytinyağı elde etmeyi sağlayan makineler de kullanılıyor. Bunların içinde de en yaygını "kontinü sistemi". Kontinü sisteme, tam otomatik sistem denir. Önce zeytinler türlerine göre ayrılır. Huni adlı çukura dökülen zeytinler makine sistemiyle yapraklardan temizlenir ve kırıcıda ezilip kırılır (makine, üçbin devirle çekirdeği unufak eder). Buradan çıkan hamur, karıştırma yoğurmadan sonra su verilir, posa ve şırası ayrıştırılır. Şıradan da yağ ve karasu ayrıştırılıp, yağ filtre tankına alınır, son tortuları ayıklanıp dinlenme tankına bırakılır. Buradan natürel yağ güğümlere, teneke ve şişelere doldurulur. Yağdan geriye kalan prina tekrar öğütülüp sabun yapmada kullanılır. Prina posasına pelet denir ve yakacak, yakıt olarak kullanılır. Kaliteli zeytinyağı elde etmek için: Zeytinlerin, hasattan sonra mümkün olan en kısa süre içinde işlenmesi gerekir. Çünkü zeytin bekletilirse fermante olur, bu ise zeytinyağının kalitesinin düşmesine yol açar. Ancak, zeytinin "bol" olduğu dönemlerde, bekletilme mecburiyeti de doğabilir. Bu durumda işlemeden bekletilen zeytinler, genellikle 20-30 santim yüksekliğindeki yığınlar şeklinde, iyi havalandırılmış ve serin depolarda saklanır. Natürel zeytinyağı kaliteli olması için şu işlemlerden geçirilir: Zeytin zamanında toplanır, fazla bekletilmeden yağhanede iyice temizlenir, en uygun kaplarda dinlendirilir, serin ve karanlıkta korunur. 4 çeşit kalite zeytinyağı vardır: Sızma (kusursuz), natürel (hafif kusurlu), natürel birinci (hafif kusurlu), lampant (kusurlu). Zeytinyağında renk, koku, tat değerlendirmesi yapan uzmanlar vardır. Uzmanlar yağın organoleptikini şu parametrelere göre belirler: taze, yakıcı, acı, meyvamsı, tatlı, kekremsi veya küflü, rutubetli, sirkemsi, ekşi, çamurlu, metalik, yanık, karasu, tuzlu, minder, kurtlu, salatalık.
Türleri
Tarım Bakanlığı'nın belirlediği ölçülere göre beş tür zeytinyağı vardır:
Naturel zeytinyağları: Zeytin ağacı meyvesinden doğal niteliklerinde değişikliğe neden olmayacak bir ısıl ortamda, sadece yıkama, sızdırma, santrifüj ve filtrasyon işlemleri gibi mekanik veya fiziksel işlemler uygulanarak elde edilen, berrak, yeşilden sarıya değişebilen renkte, kendine özgü tat ve kokuda olan doğal halinde gıda olarak tüketilebilen yağlardır.Natürel Zeytinyağı,tabiatın bize sunduğu en kaliteli besinlerden birisidir. Renginin tonu, üretim yerine göre değişir. Endülüs natürel zeytinyağlarının rengi sarıya bakarken, Akhisar ve Ayvalık'ta yeşil hakimdir. Natürel zeytinyağı düşük oranda doymuş yağ asidi, oleik asit, E A, D, K vitaminleri içermektedir. Cilt, saç, kemik sağlığında ve sindirimde yararlıdır. Kandaki kolestrolü azaltır, damar tıkanıklığı ve yüksek tansiyonu engeller. Mideyi ülsere karşı korur, hazmı kolaylaştırır. Safra taşını önler.
Organik zeytinyağı: Organik yada bir başka ifade ile ekolojik zeytinyağları, hiç bir kimyasal gübre, tarım ilacı kullanılmadan yetiştirilen üründür. Aynı zamanda zeytin bahçeleri fabrikalardan ve otoyollardan uzaktadır.
Naturel sızma zeytinyağı: Serbest yağ asitliği oleik asit cinsinden her 100 gramda 0,8 gramdan fazla olmayan yağlardır.
Naturel birinci zeytinyağı: Serbest yağ asitliği oleik asit cinsinden her l00 gramda 2.0 gramdan fazla olmayan yağlardır.
Naturel ikinci zeytinyağı: Serbest yağ asitliği oleik asit cinsinden her l00 gramda 3.3 gramdan fazla olmayan yağlardır.
Rafine zeytinyağı: Zeytin ham yağının doğal trigliserid yapısında değişikliğe yol açmayan metodlarla rafine edilmeleri sonucu elde edilen, sarının değişik tonlarında rengi olan, kendine özgü tat ve kokuda bir yağdır. Serbest yağ asitliği oleik asit cinsinden her l00 gramda 0.3 gramdan fazla olmamalıdır. Rafine yağ, ince, yemeklik yağdır. Temizleme işlemi damıtma, nötralizasyon, ağartma, deodorizasyon işlemleridir. Bunun natürelle harmanlanmasından yemeklik tipler (riviera ve A tipi)üretilir.
Riviera zeytinyağı: Rafine zeytinyağı ile gıda olarak doğrudan tüketilebilecek naturel zeytinyağları karışımından oluşan, yeşilden sarıya değişen renkte, kendine özgü tat ve kokuda bir yağdır. Serbest yağ asitliği oleik asit cinsinden her l00 gramda l.5 gramdan fazla olmamalıdır. Yemek ve kızartmada kullanılır.
Rafine prina yağı: Ham prina yağının doğal trigliserid yapısında değişikliğe yol açmayan metodlarla rafine edilmeleri sonucu elde edilen, rengi açık sarıdan kahverengi sarıya kadar değişebilen bir yağdır. Rafine prina yağı olduğu gibi veya naturel zeytinyağları ile karıştırılarak tüketime sunulabilir. Serbest yağ asitliği oleik asit cinsinden her l00 gramda 0.3 gramdan fazla olmamalıdır.
Karma prina yağı: Doğrudan gıda olarak tüketilebilecek naturel zeytinyağları ile yemeklik rafine prina yağı karışımından oluşan bir yağdır. Bu yağların duyusal özellikleri karışımda kullanılan yağların duyusal özellikleri arasında değişir.Serbest yağ asitliği oleik asit cinsinden her 100 gramda 1.5 gramdan fazla olmamalıdır.
Asit oranları
Çanakkale bölgesinde zeytinyağı üretimi yapan köylüler arasında asit yerine Dizem kullanılır. Örneğin 0,8 Asit olarak bilinen sızma zeytinyağı köylüler arasında 8 Dizem olarak geçer. Kısaca 1/10 Asit 1 Dizeme karşılık gelmektedir. Kaliteli natürel zeytinyağı üretiminde birçok ideal koşulun bir arada bulunması gerekir. Zeytinyağının tadını ve kalitesini, yöre ikliminden toprağın verimine, zeytinin toplanma şeklinden kullanılan gübreye ve mekanik ezme makinelerinin özelliklerine kadar her şey belirler. Riviera tipi zeytinyağında ise kalite, üretim tesisinin rafinasyon teknolojisi, natürel zeytinyağının yüzdesi ve niteliğiyle doğru orantılıdır. Üretilen zeytinyağının kalitesini belirlemek ise bambaşka bir uzmanlık alanıdır. Natürel zeytinyağında kalite dendiğinde, iki faktör önem taşır. Birincisi, kimyasal analizlerle ölçülebilen asit oranıdır. İkinci faktör ise lezzet ve kokuyu tespit etme ve ölçmedir. Tadım uzmanları tarafından gerçekleştirilen bu işleme "degüstasyon" adı verilir. Tadım uzmanlarının birikimine bağlı olarak gerçekleştirilen degüstasyon, zeytinyağına vurulan kalite damgasının en önemli aşamasıdır. Türkiye bulunduğu coğrafi konum ve sahip olduğu Akdeniz iklimi özellikleriyle İtalya, İspanya, Yunanistan ve Tunus gibi diğer Akdeniz ülkeleriyle birlikte dünyanın önde gelen zeytin ve zeytinyağı üreticilerindendir. Üretime gelince dane zeytin yoğunluklu olarak Akhisar, Aydın, İzmir, Balıkesir'de yapılıyor. Ortalama 100 Milyon olan zeytin ağacı sayısı da gün geçtikçe de artmakta. Devlet İstatistikleri Enstitüsü araştırmalarına göre, Türkiye'de üretilen zeytinlerin 68'i yağ üretimine ve 28'ide sofrada kullanılmak üzere yetiştiriliyor. Zeytinin ürününü 2 senede bir verdiği düşünülürse, verim alınan senede ortalama 150.000, az ürün verdiği senede elde edilen zeytinlerden ortalama 70,000 ton zeytinyağı üretilmektedir. Ortalama 850 zeytinyağı fabrikasıyla Türkiye dünyada zeytinyağı üretiminde 5. sırada yer alıyor. Dünyada 7.5 milyon alan üzerinde mevcut toplam 800 milyon adet zeytin ağacının yüzde 98'i Akdeniz havzasında bulunmaktadır. Dünya zeytinyağı üretiminin ise 95'i Akdeniz ülkelerinde yapılmaktadır.
Yapılışı
Zeytinyağı için zeytin sıkılır, hamuru çıkarılır, şırası elde edilir. Şırada su ve yağ karışıktır. Yağ, su ve tortudan ayrıştırılır. Sıkma için havan, dibek, ezme havuzu, tokmak, ayakla ezme, merdane, patos, delip, yuvgu, değirmentaşı, torku, falaka, pres, kontinü adlarıyla sistemler geliştirilmiştir. Bazı yörelerde elle sıkmadan suyağı, suzeyti; ayakla sıkmadan ayakyağı denilen saf zeytinyağı hala üretilmektedir. Çuvalda sıkılmayı beklerken kendiliğinden akan yağa burunyağı, gözyağı denir. Bez çuvala kese, kazana dağar, kazan karıştırmaya yarayan kabak kepçeye çomça, şaraphaneye sıkanak, teknelere innaz denir. Basit sıkmada siyah zeytinde 20 kilodan 4 kilo saf yağ çıkar. Basit usulde, Ekim-Aralık ayında zeytin toplanır, dal ve yapraklardan çamur ve topraktan temizlenir, çuvala konur, hortumla yıkanıp temizlenir. Çuvaldaki zeytin bir zemin üzerinde ağaç tokmakla kırılır, iki gün bekletilir, sonra ayakla ezilir, bir defa kuru sonra suyla ezilir ve yalaka şırası çıkartılır. Üste çıkan yağ kepçeyle alınır kazana konur, dinlendirilir. Tortusu dibe çöker, bundan sabun yapılır, üstteki temiz yağ kaplara doldurulur. Dağ köylerinde karayağhanelerde mengene (cırcır) ile sıkılır. Yağhaneye tasirhane, masara da denir. Zeytin sineğinden hastılıklı olan zeytinden çıkarılan yağa kıymalı yağ denir. Lodos ve poyrazda yapılan sıkma, yağ asidini yükseltir.
Saklanması
Zeytinyağı ışık, sıcak, hava, zaman faktörlerinden etkilenir. Alırken ve saklarken, kapalı ve ışıksız yerde korunmalıdır. Serin bir yerde durmalıdır. Buzdolabına konulmaz. Cam ve koyu renkli olan şişeler tercih edilmelidir. Hava almamalıdır. Zeytinyağı bekledikçe bozulur. Sızma tipi salatalar ve cacıkta, natürel tip kızartmalar ve yemeklerde kullanılır. Kızartmalarda birkaç kere aynı yağ kullanılabilir.
Kullanımı
Zeytinyağı, %75 oranında oleik asit gliseritleri taşır. A, E vitaminleri ve az miktarda fitoserol maddesi bünyesinde bulunur. Zeytinyağı, sabahları aç karnına 1-2 çorba kaşığı alındığında yumuşatıcı ve yatıştırıcı olarak etki yapar. Özellikle bağırsak hareketlerini düzenleyici ve safra söktürücü etkisi vardır. Safra kesesi tıkanıklığında ya da taş varlığında halk arasında sabahları aç karnına 50-100 gr. alınır ve tedaviye 1 hafta devam edilir.
Haldun Keskin
Sarı Gelin türküsü, Kuzeydoğu Anadolu coğrafyasında ortaya çıkmıştır. Türklerin büyük bir kolunu teşkil eden Kıpçakların diğer adı da Kuman'dır. Diğer kavimler, Kıpçakları "sarışın" anlamına gelen "Kuman" adıyla veya bu anlama gelen başka kelimelerle anmışlardır.
Sarı Gelin, eski çağlardan beri Çoruh ve Kür ırmakları boyunda yaşayan Hristiyan Kıpçak beyinin kızıdır. Bölgeye gelen Arap din adamlarından birinin âşık olduğu bu sarışın güzel etrafında gelişen efsaneler, Kars ve Erzurum yörelerinde yaşamaktadır.
Türk kültüründen etkilenen Ermeniler arasında birçok şifahî halk edebiyatı ürünümüzün yaşıyor olması, Sarı Gelin türküsünün, bir Ermeni türküsü olduğu iddiasının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.Bu yazıda, Çoruh ve Kür ırmakları boyunda yaşayan Kıpçak Türklerinden bahisle, onların izlerini taşıyan bir efsanenin varyantları üzerinde durulmuştur. Sarı Gelin'in bu efsaneyle birlikte, birkaç varyantını tespit edebildiğimiz bir türküye konu olması ve hatta bölgede bu adla anılan bir halk oyununun bulunması, tesadüf olamaz.
Kıpçakların bir adı da Kuman'dır. Bunlara Ruslar Polovets, Ermeniler Xartes, Almanlar Falben derlerdi ki, bu kelimelerin hepsi sarışın anlamına gelmektedir (Rasonyı-1971: 136). Kumanlarla temasa gelen üç kavim, Ruslar, Almanlar ve Ermeniler, Kumanları sadece "sarışınlar" diye isimlendirmişlerdir (Kurat-1992: 70).
Kıpçakların, güzel, sarışın, mavi gözlü, yakışıklı oldukları, birçok kaynakta belirtilmektedir (Kurat-1992: 70-72). Büyük şair Genceli Nizamî, İskendername adlı eserinde, Kıpçak güzelliğini dile getirmiştir. Ayrıca şairin karısı Afak/Apak da Derbentli bir Kıpçak kızıydı. Apak'ın güzelliği, şairi derinden etkilemişti. Nizamî, eserlerindeki kahramanlarda onu canlandırmıştır (Resulzade-1951: 48-49).
Kumanlar, XII. yüzyılda Gürcistan'da faaldiler. Gürcistan'ın parlak çağının başbuğu Kubasar, bir Kıpçaklıdır. Devletin, asker, maliye ve devlet işlerinde Kıpçaklar söz sahibiydiler. Kraliçe Tamara'nın damarlarında da (annesinden dolayı) Kıpçak kanı vardır (Rasonyı-1971: 145).
Selçuklu Türkleri tarafından sıkıştırılan Gürcistan, onlara karşı savunmasız ve çaresiz kalmıştı. Gürcistan Kralı, Kuzey Kafkasya ve Kıpçak Eli'nde yaşayan göçebe ve savaşçı Kıpçakları ülkesine davet etti. Bunlar arasından çıkarılan 45.000 kişilik güçlü bir orduyla Selçuklulara karşı saldırılara başladı. Gürcüler, Kıpçak ordusu sayesinde Tiflis şehrini yeniden ele geçirdiler (Berdzenişvili-Canaşia-2000: 142-143).
Sarışın, insan güzeli ve Türk ırkının en yakışıklı soyundan olan Kıpçaklar, Selçuklular tarafından ezilen Gürcistan hakimi Bagratlı hanedanını, büyük bir kudretle canlandırdılar. 1080 yılından itibaren Selçuklu ülkesi durumuna gelen Ahıska, Ardahan ve Göle dolayları, 1124'te Kıpçakların eline geçti. Gürcülerle aynı dini, Ortodoks Hristiyanlığı paylaşan Kıpçaklar, kendi hesaplarına fethettikleri Kür ve Çoruh boylarına (Ahıska, Ardahan, Artvin ve Ardanuç dolaylarına) yerleştiler (Kırzıoğlu-1953: 377). Bugün Kür ve Çoruh ırmakları boyu ile Çıldır Gölü çevresinde yaşayan halk, Kıpçakların torunlarıdır (Kurat-1992: 84).
Gürcistan'a bağlı bir beylik iken bölgeye gelen İlhanlıların da yardımıyla 1267 yılında Tiflis'ten kopan Kıpçak Atabekliği Hükûmeti, III. Murat zamanında, 1578 yılında Serdar Lala Mustafa Paşa ve Özdemiroğlu Osman Paşanın fethiyle Osmanlı Devleti'ne katıldı (Zeyrek-2001). Bugün Ahıska, Ardahan, Artvin ve Erzurum'un kuzey ilçelerindeki kilise kalıntıları, Osmanlı zamanında Müslüman olan bu Ortodoks Kıpçakların hatıralarıdır.
Azerbaycan'da Kür ırmağı boylarında yaşayan bir efsane, edebî eserlere de konu olmuştur. Azerbaycanlı şair Hüseyin Cavid, Şeyh San'an adlı manzum piyesinde, konusunu halk arasındaki yaygın efsanelerden almıştır. Arabistan'dan bu bölgeye gelerek İslâm dinini yaymağa çalışan din adamlarıyla ilgili bir efsanede, Şeyh San'an'ın Tiflis-Gürcü Padişahının güzel kızı Humar Hanıma karşı duyduğu aşk macerası anlatılır. Bu kız uğruna Hristiyan hayatı yaşayan Şeyh, yedi yıl sonra kızı Müslüman eder. Birlikte kaçmağa karar verirler. Bunları takip eden kralın askerleri yetişince, âşıkların dileğiyle yer yarılır, âşıkları içine alır. Âşıkların girdiği yerden kaynar sular çıkar. Kızına ve yaptıklarına üzülen kral, bu suyun üzerine bir kilise yaptırarak hatıra bırakır (Kırzıoğlu-1953: 379-380).
Ortodoks Kıpçaklardan kalan hatıralardan biri de Kars ve Erzurum çevresinde anlatılan "Şeyh San'an ile Kralın Sarı Kızı" efsanesidir. Bu efsaneyle birlikte bir de türkü, günümüze kadar gelmiştir. Türküye geçmeden önce, Ortodoks Kıpçak Türklerini Müslüman etmek için çalışan İslâm misyonerlerinin macerasını ve sarışın Kıpçak kızlarının hatıralarını yaşatan bir efsanenin iki varyantını özetleyelim:
Abdulkadir Geylanî'nin arkadaşı olan Şeyh San'an, bir bedduaya uğrayıp yolu Penek'e düşmüş. Şeyh San'an, çobanlık yapıyor, Penek padişahının domuzlarını güdüyormuş. Şeyhin nefsine ağır gelen domuz çobanlığı aynı zamanda eziyetli bir işti.
Şeyh, bu şekilde çile doldurmakta iken, Penek padişahının biricik evlâdı olan güzeller güzeli Sarı Kız'a da âşık olmuş. Hristiyan kız, şeyhin aşkından habersizmiş. Bu duruma üzülen şeyh, Allah'a yalvararak kızın gönlüne kendi aşkının düşmesini dilemiş. Dileği kabul olmuş. Kız da şeyhe ilgi duymaya başlamış, hatta Müslüman olmuş. Yedi yıllık çilesi dolan şeyh, bir gün Allahuekber dağlarından tef sesi geldiğini duydu. Bu ses, çilesinin bittiğine işaretti. Meğer tefi çalan, Geylanî'nin gönderdiği kırk mücahit müritmiş.
Şeyh, tef sesinin geldiği dağa doğru koşmuş. Onu gören Sarı Kız da arkasından koşup yetişmiş. Bunu gören saray halkı, durumu padişaha bildirmiş. Ordu, kaçak âşıkların ardına düşmüş. Şeyhle kız, Allahuekber dağındaki kırk müride yaklaşmış. Bu durum, Mısır'da Abdulkadir Geylanî'ye mâlum olmuş. Oradan attığı teber, şeyhe ulaşmış. Şeyh, bu teberle kâfir ordusuyla vuruşmaya başlamış. Penek güzeliyle kırk mürid de cenge girmişler. Kırk mürit şehit düşmüş. Şimdi onların yattığı yere Kırklar, Kırk Şehitler Mezarlığı deniyor. Dağın tepesine yetişen Şeyhle sevgilisi de tam tepede şehit düşmüşler. Bunların yattığı yer şimdi ziyaretgâhtır. Buraya ağzı eğri gidenin düz geldiği, dileklerin kabul olduğu inancı yaygındır (Kırzıoğlu-1949).
Bu efsanede geçen olayların yaşandığı yer, Gürcü tarih kaynaklarında Bana olarak geçen Penek'tir. Penek, eskiden kalesi olan bir taht şehriydi. Dede Korkut Oğuznamelerinde, "Ban Hisarı" denilen yer de burasıdır (Kırzıoğlu-2000:76) Osmanlı zamanında, merkezi Ahıska olan Çıldır Eyaletine bağlı bir sancak olmuştu. Burası günümüzde, Erzurum'un Şenkaya ilçesine bağlı bir köydür.
Ortalama bir Solar Hücreden 400 Kat Fazla Enerji üretiyor.
Günümüzde alternatif enerji bir çok şekilde karşımıza çıkıyor, ancak hiçbiri Cool Earth' ün Solar Balonu kadar ilginç olmasa gerek...
Anılan bu tasarımın arkasında şişirilen plastik balon vasıtasıyla güneş ışınlarını konsantre hale getirme fikri yatıyor. Balonun ortasında bulunan fotovoltaik hücre üzerine güneş ışınları odaklanıyor.
Cool Earth bu yeni tasarıma sahip teknolojiye sahip enerji santralini Livermore, CA kurmaya başladı. Mütevazı ölçülerdeki santral 1,4 MWatt enerji üretme kapasitesinde olacak. Ancak santral tahmin edilen verimlilikte çalıştırılabilirse bir sonraki yaz mevsiminde daha büyük ölçülere büyütülecek.
Diğer taraftan yeni tasarımın en önemli özelliği ise kalın plastikten üretilen çok ucuz bir balonu kullanması olarak görünmektedir. Firmanın CEO su Rob Lampkin balonun sadece 2 usd olduğunu belirtiyor.
Tatarlar, 456 yıldan beri kişilik aleminin en gaddarı olan – Rus sömürgeciliğinin boyunduruğu altında yaşamaktadır. Bu zaman içerisinde çarlar, imparatorlar, birinci sekreterler, cumhurbaşkanları şahsında birçok Rusya hükümdarı değişmiştir. Aynı zamanda toplum düzeni de değişmiştir: feodalizm, kapitalizm, sosyalizm ve değerleri. Değişmeyen tek şey: zorla Hıristiyanlaştırma, Ruslaştırma, acımasızca sömürme, devamlı ve kasıtlı soykırım yoluyla Tatarları ulusça yok etme siyasetidir. I.Petro sayımına göre, XVIII.yüzyıl başında Ruslar ve Tatarların sayısı yaklaşık 5,5 milyon ise, XX. yüzyıl sonunda Ruslar 120 milyon olmuş, Tatarların sayısı 5,5 milyonda kalmıştır.
Çaresiz hale gelen Tatarlar 90′lı yılların sonunda, Rus sömürgeciliğine karşı mücadeleye başlamış, devlet egemenliği hakkında beyanat kabul etmiş, yabancı gözlemcilerin katılımıyla referanduma gitmiş ve onun sonucunda Tataristan halkının % 61,4′ü cumhuriyetin devlet egemenliği lehinde oy kullanmışlardır. Bir de Tataristan, Rusya Federasyonunun şimdiki anayasasını onaylatmak için yapılan referanduma katılmayı reddetmiş ve federatif sözleşmeyi imzalamamış, böylece onun kanunsuz olduğunu bildirmiştir. Tataristan'ın Rusya Federasyonu'na dahil olduğuna özgü herhangi bir sözleşme bulunmamaktadır. Rusya Federasyonu'nun ilk başkanı B.Yeltsin buna razı olup, "Bağımsızlık istediğiniz kadar olsun, ne kadar hazmedebilseniz, o kadar olsun"- demiştir. Fakat bu razılık davranışları, Rus sömürgecilerinin her zamanki gibi yalan ve zaman kazanmaya yönelik sıradaki bir tuzağı idi. Rusya Federasyonu 14 sömürgesinin egemenliği altından çıkıp gitmesine çaresiz rıza olmak zorunda kalsa da, Tataristan'ın bağımsızlığını tanımayı kesinlikle reddetmiş ve halkın basit haklarını bile yok etmek için daha da kesin tedbirler almıştır; şöyle ki, yerli yasama organı temsilcilerini ve cumhurbaşkanını halkın seçmesini kaldırıp, Kremlin tarafından atanan genel vali ve yönetim kurulu ile değiştirmiştir. Üstelik Kremlin, Tatarların kendi alfabesini yasaklayıp, Tatar diline uygun olmayan Kiril alfabesini zorla kabul ettirmekle yetinmeyip, Tatar çocuklarının kendi dilinde eğitim görmesini bile yasaklamıştır. Müslüman Tatarlar, sömürgeci yönetim tarafından atanmış mollalar gözetimi altında ibadet etmeyi reddettikleri için ve evlerinde dini kitap bulundurmanın tek bir delili için merhametsizce takip edilmekte, işkence görmekte ve senelerce hapsedilmektedirler. Tataristan'ın doğal kaynakları amansızca yağmalanmaktadır. Petrol satışından gelen gelirin %85′ini Kremlin karşılıksız olarak almakta, böylece Tatarları zaruri geçim parasından yoksun bırakmaktadır. Tüm bunlar, Rusya Federasyonu'nun Gürcistan'daki Abhazya ve Güney Osetya Cumhuriyetlerinin bağımsızlığını arsız ve ikiyüzlü halde tanıması ortamında gerçekleşmektedir. Müsaadenizle soruyoruz, Rus sömürgesi olan Tatar ulusunun hakları, yukarıda bahsedilen ulusların haklarından farkı nedir? Hiçbir farkı yoktur. Gerçek şu ki, Rusya bu ulusları yeniden boyunduruğu altına alıp, kendi uyruğuna geçirmiştir. Durum böyleyken, Rus sömürgecilerinin rızasına güvenerek, Tatarların bağımsızlıklarını elde etme umutları, artık boş bir hayaldir.
Tatar ulusunun iradesine dayanarak ve onu tamamen yok olmaktan kurtarmak adına, Tatar Ulusunun Milli Meclisi:
1. 30 Ağustos 1990 tarihli Tataristan'ın devlet egemenliği beyanatını destekliyor ve onun Rusya Federasyonu terkibine zorla dahil edilmesinin kanunsuz olduğunu bildiriyor.
2. Tataristan'ın bağımsızlığının tanınması için dünyaya ve Birleşmiş Milletler'e müracaat ediyor.
3. Tatar ulusunun menfaatlerini savunmak için sürgündeki hükümetin terkibini onaylıyor.
4. Yurt dışında yaşayan tüm Tatarları, kendi ülkelerinin hükümetleri ve toplulukları önünde Tataristan'ın bağımsızlığını desteklemeleri için yaygın faaliyetler düzenlemeye davet ediyor.
Tatar Milli Meclisi'nin genişletilmiş toplantısında kabul edilmiştir, 20 Aralık 2008
Rusçadan Türkiye Türkçesine çeviren Sürgündeki Milli Hükümet üyesi
Roza KURBAN
Elveda Demedik!
Rumeli'de mutfağın hayatın en önemli parçası olduğuna dair o kadar çok izlenimimiz var ki! Son aylarda Osmanlı'nın Balkanlar'dan çekilişi, 'imparatorluğun en uzun 100 yılı' çeşitli ortamlarda tartışılıyor. TV dizisi de cabası...
Osmanlı'nın Rumeli beylikleri üzerindeki hakimiyeti 1393'te başlamış ve Romanya devletinin ortaya çıkmasına kadar (1878) devam etmiş. Balkan Savaşı'nın kaybedilmesi de işin sonunu getirmiş. Makedonya, Kosova, Arnavutluk, Bosna Hersek, Sırbistan, Karadağ halk oyunları ve mutfaklarında 500 yılı aşkın bir süre devam eden Osmanlı hakimiyetinin izlerine rastlamak her zaman olası. Balkanlar'daki tüm ülkelerde bugün birbirine benzeyen iki temel öğe var, geleneksel giysiler ve hoş lezzetler...
Balkan kızları, beyaz fistanların ya da poturların üzerine rengarenk nakışlarla bezeli yelek, cepken, zıbın (ya da curdija: kolsuz elbise) giyer, beyaz başörtülerin kenarları yine rengarenk iğne oyalıdır. Başlıklarda ponponlar, meyveler, çiçekler hemen göze çarpar. Aynı şekilde Boşnak börekleri, Elbasan tavaları, Piriştina kebapları, Üsküp köfteleri bugün Anadolu'da yaşadığı gibi Rumeli'de de kendini göstermektedir. Bu iddiamızı kanıtlamak kolay: İmkanı olan önce Sultanahmet'teki köfteciye gitsin (Kredi kartı geçmeyenine) daha sonra da Üsküp'teki Yahya Kemal Mahallesi'ndeki köftecilere... Arada hiç fark olmadığını hemen anlayabilirsiniz.
Ege Üniversitesi Türk Halk Oyunları Bölümü'nün 'Balkan Ülkeleri Halk Oyunları, Halk Müziği, Geleneksel Giyim-Kuşam Araştırması ve Müze Oluşturulması' projesi kapsamında bu kültürün oralarda kalan izleri ile Anadolu'ya yansıyan yönleri araştırılıyor yıllardır. Sonuçları takip ediyoruz. Biz de Balkan ülkelerine yaptığımız seyahatlerde Rumeli'de kalan tatlarla, Anadolu'da yaşayan örneklerini araştırıyoruz. Bölgenin sosyal, ekonomik, kültürel ve etnik yapısı elbette mutfağa önemli ölçüde yansıyor...
Yemek Dili Ortak
'Yalancı' yaprak sarması için Yunanlı dostlarımızla tartışıp duruyoruz, 'buyurdi' adlı en ünlü meyhane mezesinin kökenini tartıştığımız gibi. Yunanistan'da en sevilen mezenin adının da 'bekrimeze' olduğunu anımsatalım. Peki, günümüzün çağdaş Romencesi'nde zeytinyağlı yaprak dolmasına ne deniyor biliyor musunuz: Sarmala... Sırpça'da işkembe çorbasına 'şikembe' denir, Selanik'teki Arnavut kökenli çorbacıların en lezzetli çorbası, içine birazcık da tahin konulan 'tuzlama'dır. Yine kuzu etinin patates ve domatesle fırına verilmiş şekline 'kapama', şiş kebabına 'cekapçiçe' denir. Ama Arnavutluk'ta bizim Adana kebabı şeklindeki şişe geçirilmiş bol baharatlı koyun etinden köfteye de aynı isim 'çekaçiçe' verilmektedir...
1956 yılında Rumen mutfağı ve yemekleri konusunda bir kitap yazan Sanda Marin'in 'Carte de Bucate' (Yemek Kitabı) isimli eserinde çok sayıda Türkçe yemek ismine de rastlanır. Bunların tarifleri de Türk yemeklerinin tariflerine yakındır. Bazıları şöyle: Ciorba (çorbalar), sermale (yani sarmalar), ciulama (çullama), imamabaildi (imam bayıldı), iahnie (yahni), iofça (yufka), musaka (musakka), pilaf (pilav), baclava (baklava), helva turceasca (Türk helvası)... Ama bu helva Antep fıstığı ile yapılıyor.
Lokum Hikayesi
Bizde artık ne yazık ki sadece turistik öğe haline gelmekte olan lokumlar da Rumeli'de yaşıyor. İpsala ya da Kapıkule sınır kapısını geçer geçmez Yunanistan ve Bulgaristan'daki ilk tatlıcıya girin ve tezgahtaki lokumların adını sorun size 'rahat lokum' adını verecektir. İskeçe'deki ünlü lokumcunun adı da 'Rahat Saraylı'dır. Bu sözcüğün aslı 'rahatü'l hulkum', yani 'boğaz rahatı'dır; eski İstanbul'da biraz bozulmuşu olan 'latilokum' denirmiş.
Biz Türkiye'deki göçmen dostlarımızın evlerinde yapılmış Boşnak böreklerini hemen her sebzeyle yapılmış olarak yemeye bayılıyoruz. Boşnak böreği bugün bütün Batı Trakya, Makedonya ve Kosova'ya hakim ama bütün bu ülkeleri dolaşmama karşın lokantalarda, börekçilerde Bursa'da, Antalya'da yediğim böreklerin tadını bulamadım inanın. Belki de evlerde yaşıyor lahanalı, pırasalı börekler...
Sütlaç, tulumba, 'gülnar' adı verilen özel bir lokma ve Balkan göçmenlerinin çocuklarını severken bile takıldıkları 'Kaymaçina' da Rumeli'nden gelen ve yaşayan tatlılar.
Bugün Üsküp'ten bir espriyi de aktaralım: Kaynana çaydanlık; devamlı kaynar, kayınbaba demlik hep susar, demlenir! Görümce çay kaşığı her tarafı karıştırır. Damat çay tabağı nereye çekersen oraya gider... Gelin çaydır elleme yanarsın! Elbasan tavası
Malzeme
Yarım kg kuzu eti, 3 adet soğan, 3 diş sarımsak, zeytinyağı, tuz, karabiber, kekik, kırmızıbiber.
Sosu için: Yarım kg yoğurt, 1 yumurta, 1 su bardağı un, 1 su bardağı et suyu, tuz
Hazırlanışı
Öncelikle kuzu etini iyice haşlayın. Haşlama suyundan 1 bardak ayrın. Etleri elinizle, çok ufak olmayacak şekilde parçalayın. Bir tavada küp küp doğranmış soğan ve sarımsakları sıvı yağda soteleyin. Etleri de katıp 1-2 dakika soteleyin. Ardından tuz, karabiberi kekik ve kırmızıbiber koyup ateşten alın. Derin bir kapta yoğurt, yumurta ve unu karıştırın. Bu karışımın koyu kıvamlı ayran gibi olması gerektiğinden 1 su bardağı et suyundan ekleyip tuzunu atın. Çırpma teliyle iyice karıştırın. Isıya dayanıklı cam fırın kabının dibini sıvı yağ ile yağlayın. En alta etleri iyice bastırarak yerleştirin. Üzerine de her yerini kaplayacak şekilde yoğurtlu karışımı dökün. Isıtılmış 160 derecelik fırında üzeri nar gibi kızarana kadar pişirin. Fırından çıkınca 10 dakika bekleyip dilimleyerek servis yapın.
Nedim Atilla
Yeni fotovoltaik teknolojisinde ticari üretime doğruEsnek baskılı plastikten yapılan fotovoltaik konusunda önemli bir kilometre taşı
Konarka firmasının fabrikası ile hayata geçirildi. Büyük bir nükleer enerji santraline eşit yıllık 1 gigawat elektrik enerjisine k
arşılık gelen Solar hücre üretme kapasitesine sahip bir tesis 2008 yılında üretime başladı.Organik Solar Hücre, günümüzde çoğunlukla kullanılan kristalik silikon hücreden çok daha ucuza üretilebilmektedir. Ayrıca ink-jet printer ya da kaplama ekipmanlarına benzer teknolojiyle üretilen fotografik film yatırım ve işletme maliyetleri bakımından da klasik Solar Hücre üretiminden avantajlı durumdadır.
Organik Fotovoltaik OPV denilen malzemenin 3. jenerasyon teknoloji olarak görülmektedir. 1. jenerasyon teknoloji 50 yıl önce New Jersey Bell Labs da silikondan üretilmişti. 2. jenerasyon ince film teknolojisi ise maliyetleri azaltmıştı. Şimdi 3. jenerasyon teknoloji bir yandan maliyetleri aşağı çekerken diğer yandan sistemin etkisini arttırmaktadır;